Merhabalar, yurtdışından gelen insanların Türkiye’de kalabilmesi için çeşitli hizmetler sunan acentelerde çalıştım uzunca bir süre. Bu sektörde para kazanırken, düşüncelerim çok değişti ve artık tamamen bıraktım. Çünkü çok fazla komisyonculuk yapılmakla birlikte, hukuk dışı ya da yan yollarla veya yetkililerin inisiyatifleriyle ülkeye insan sokuluyor ve durum her geçen yıl daha da rezil bir hal alıyor. Anlatacaklarım Afganlar, Pakiler, Afrikalılar gibi genelde 3. dünya ülkelerinden, kalitesiz kitlenin ülkeye girişi ve belki vatandaş olması üzerine.
Genelde 3 yoldan bahsedebiliriz. Birincisi sağlık sektörü, ikincisi eğitim sektörü ve üçüncüsü en popüler olan emlak sektörü üzerinden. Tabii bu üç yol birbiriyle ilişkili olabiliyor. Ben pek bilinmeyen sağlık sektörü ve eğitim sektöründeki sistemi anlatayım istiyorum. Belki yankı uyandırır tepki doğar da tepedeki, devlet kurumlarındaki büyük isimlerin cebine para gidecek diye ülke daha fazla yaşanmaz hale gelmeden bir şeyler yapılır.
Sağlık turizmi iki türlü işler:
1) Hastanın kendi ülkesindeki hastanelerden topladığı, durumunu gösteren belgeler Türkiye’deki hastanelerin uluslararası hasta birimlerine iletilir. Hastane uygulanması olası işlemlerin maliyetini belirtir. Hasta bu maliyeti göze alıyorsa, hastane kendisi ve ona eşlik edecek kişiler için vize başvurusunda kullanılmak üzere bir davet mektubu yazar. Bu davet mektubu sayesinde vize başvurusunun sonucu büyük oranda güvence altına alınmış olur çünkü sağlık söz konusu olunca vize başvuruları kolay kolay geri çevrilmez. Hasta gelip de tüm işlemler ve ödemeler yapıldıktan sonra, hastane belli bir yüzdeyi tüm bu adımlarda hastane ile hasta arasında aracılık eden kişiye öder. Bu kişinin özel ya da tüzel bir yapısı olabilir.
2) Gerçekten hasta olmayan ya da hasta olup da henüz bir hastaneye gidip ayrıntılı inceleme yaptırmamış kişiler için de yukarıda söz edilen davet mektubu birtakım aracılar üzerinden sağlanır. Çeşitli hastanelerle bağlantıları olan bu aracıların sağladığı davet mektupları resmi ve geçerlidir. Bu davet mektubu da hasta ve ona eşlik edecek kişileri kapsar.
Kişinin ülkesine dönmek gibi bir niyeti yoksa, vize süresi dolunca yeniden başvurmak zorunda kalacaktır. Vize için hiçbir durumda %100 güvence yoktur ancak ilk vize için sağlık durumu en güvenceli olanıdır. İkinci vize yani uzatmak içinse kişinin temel olarak iki seçeneği vardır: Ya sigortalı bir işe girmeli ya da eğitime başlamalıdır. Uzun yıllar Türkiye’de bulunan yabancılar için bile sigortalı iş bulmak zordur çünkü bu hem ucuz işçi çalıştırmak isteyen işverenin maliyetini artırır hem de yasal olarak her işyerinin çalıştırabileceği yabancı sayısı bellidir. Bu durumda da en güvenilir seçenek yükseköğrenim kurumlarıdır.
Elbette, kişinin kaçak durumuna düşmesi ve yaşamını böyle sürdürmesi de olasıdır ancak sıkı denetimler bunu zorlaştırır. Kişi, toplu ulaşım, hatta bireysel ulaşım sırasında bile bir denetime takılıp, sınır dışı edilebilir. Bunu göze almayanlar büyük olasılıkla yer değiştirmeyecek, kendi uyruklarının kümelendiği gettolarda yaşamını sürecektir. İstanbul’da –özellikle Fatih, Esenyurt gibi bölgelerde– belli uyruktan kişilerin yoğun olarak bir arada yaşadığı mahalleler ya da çalıştığı iş hanları bulmak hiç de zor değildir.
Vize için geçerli başka bir yöntem de eğitimdir.
Açıkçası, Edirne’yi geçince, kimse Türkiye’deki ya da Kuzey Kıbrıs’taki üniversitelerin hiçbirinin adını bilmez. O yüzden, eğitimci kadrosunu inceleyen ve lisansüstü eğitim alacak bilinçli çok az aday öğrenci dışında, tüm aday öğrenciler ya üniversitenin internet sitesi üzerinden ya da acenteler üzerinden başvurur. Google reklamları ve ilgili ülkedeki eğitim danışmanlık ofisleri nedeniyle, bu aday öğrencilerin önemli bir bölümü acenteler üzerinden üniversitelere başvurur. Hemen hemen hangi dilde “Türkiye’de eğitim”, “Türkiye bursları” ve benzeri aramalar yapılsa, en önlerde acentelerin internet siteleri çıkar. Acentelerin ayırt edilebilir marka adı da olabilir, Google aramasında en önlerde çıkmasını ve aday öğrencinin oranın bir kamu kurumu olduğunu sanması sağlamak için jenerik bir adı da olabilir.
Aday öğrenciler site üzerindeki iletişim formunu doldurarak ya da doğrudan WhatsApp üzerinden acentenin görevlisiyle iletişime geçer. Acente görevlisi de öğrenciye istediği bölüme ve bütçesine uygun seçenekleri sunar. Bu seçenekler, devlet üniversitesi de olabilir vakıf üniversitesi de. Vakıf üniversiteleri acentelerle yaptığı sözleşme uyarınca, öğrenci başına komisyon ödemesi yapar. Bu oran, genellikle %10-%30 arasında değişir. Acente, öğrenci birinci yılın ödemesini tamamladıktan sonra, komisyon ödemesini alır. Acenteler, sıklıkla ne okumak istediği ve ne okuyabileceği konusunda hiçbir fikri olmayan öğrencilere danışmanlık hizmeti vererek öğrenciye yol çizebilir. Hatta üniversitelerle yaptığı anlaşmalar sayesinde, aday öğrencilere ücrette avantaj sağlayabilir. Öğrencileri araştırma ve tek tek başvurma uğraşından de kurtarabilir. Tüm bunlar, gerçekten eğitim almak isteyen öğrenciler için geçerlidir.
Gelgelelim, bu öğrencilerin profili genellikle çok düşüktür. Liseden zar zor mezun olmuş, başvuru işlemlerini değil kendi başına, bir görevli yardımıyla bile gerçekleştirmekte güçlük çeken, anadillerinde bile iletişim becerileri zayıf öğrencilerdir. Yine de yeterli bütçesi olduğu ve pasaport, diploma, not durumunu gösterir bir belge sağlayabildiği sürece, çok az vakıf üniversitesi bir aday öğrenciyi geri çevirir. Kalitesini kimsenin tartışmayacağı, birinci sınıf diyebileceğimiz 2-3 vakıf üniversitesi bu sistemin dışındadır, acentelerle kolay kolay muhatap olmazlar. İkinci sınıf diyebileceğimiz, eğitim kadroları ve dolayısıyla eğitimleri nitelikli, olanakları geniş, görece köklü, varlığı herhangi bir siyasi ya da dini yapıya bağımlı olmayan az sayıdaki üniversite ise, kolay kolay geri çevirmese de düşük oranda indirim yapabilir. Kendilerine güvenen bu tür üniversitelerin acentelerle düzeyli bir ilişkisi vardır.
Son yıllarda kurulan, bir yerleşkesi olmayan ya da şehrin merkezine uzak, eğitimci kadrosunun ya da öğrencilerinin başarısı değil; öğrenci sayısının çokluğu, indirim oranının yüksekliği ve manipülasyona açık sözde uluslararası listelerde en önlerde olduğunu öne süren ve yıllık ücretleri 3000-5000 dolar dolayında olan üniversiteler ise, sürümden kazanma derdindedir, yüzlerce acente ile anlaşması vardır, dakikalar içinde ön kabul mektubu verir.
Kabul alan, en azından acentelere danışan bu öğrenciler ağırlıkla Pakistan, İran, Afrika, Arap ülkeleri ve Türkî cumhuriyetlerindendir. Önceki yıllarda Arapların ağırlığı daha çokken, vize ve oturum izni, hatta üniversiteye kabul almakta zorlandıkları için ağırlıkları azalmıştır. Son dönemde bu anlamda öne çıkan milletlerden biri de Çeçenlerdir. Vakıf üniversitelerinden kabul almak kolay olsa da, bir vakıf üniversitesinden alınmış kabul mektubu ile vizeye başvurulduğunda geri çevrilme olasılığı yüksektir. Burada da devreye devlet üniversiteleri girmektedir.
Vakıf üniversitelerine göre bir devlet üniversitesinden alınan kabul mektubu ile vize alma olasılığı oldukça yüksektir. Ayrıca, bu tür devlet üniversiteleri Anadolu’da –çoğunlukla da küçük kentlerde– olduğu için, yaşam pahalılığı daha azdır. Yoksul ülkelerden gelip, yurtdışında eğitimi bir kurtuluş olarak gören aday öğrenciler için maliyet en önemli ölçüttür. Devlet üniversitelerinin resmi yıllık ücretleri –bu yıla kadar– düşük olması da öğrencileri çekmektedir ancak bu yıl yapılan zamlarla, sıradan devlet üniversitelerinde yabancı öğrencilerden istenen eğitim ücretleri, vakıf üniversiteleriyle yarışabilmektedir. Ayrıca, öğrencinin devlet üniversitesinden kesin kabul alabilmek için acenteye ödediği danışmanlık ücreti de göz önünde bulundurunca, devlet üniversiteleri çekiciliğini görece yitirmiştir.
Bir öğrenciden istenen danışmanlık ücreti, hem bölümüne ve üniversitesine hem de aradaki aracı sayısına göre değişmekle birlikte, kabaca 3.000-20.000 dolar arasındadır. Tahmin edilebileceği üzere, en pahalı olanlar, Batı’daki üniversiteler ve tıp-dişçilik gibi bölümlerdir. Türkiye’deki bir üniversiteden alınacak tıp diplomasının her ülkede geçerliliği olacağı ve doktorlar her ülkede hoş karşılanacağı için, en çok ilgi bu bölüme olmakta, bu nedenle acenteler de devlet üniversitelerinin yanı sıra, kimi zaman vakıf üniversitelerindeki tıp bölümlerine yerleştirmek için bile ücret isteyebilmektedir.
Buradan da çıkarılabileceği gibi, her düzeyden yetkilinin bu süreçten bilgisinin olmaması olanaksızdır. Bu, devlet üniversiteleri için de vakıf üniversiteleri için de geçerlidir. Bir üniversitedeki alt düzey ya da üst düzey bir yetkili, aynı zamanda bir acente sahibi olabilir ya da acente için çalışabilir, bu acente ile yapılacak anlaşma ve bu acentenin getireceği öğrencilere kabul verme konusunda ayrımcılık yapabilir. Öyle ki, bir üniversite yetkilisi, hem yurtdışında bakanlık destekli fuar düzenleyip, hem acentesine öğrenci toplayıp, hem bu öğrencilere kendi TÖMER kursu aracılığıyla dil yetkinlik belgesi verip, hem yurtdışında düzenlediği YÖS sınavı ile gerekli sınav sonuç belgesini sağlayıp, hem de bu öğrencileri parçası olduğu üniversiteye kaydettirebilir.
Yukarıda söz edildiği üzere, bu ekosistemde yüzlerce acente olsa da, pazarı elinde tutan, tekellik oluşturan birkaç büyük kuruluş vardır. Küçük acenteler, üniversitelerle doğrudan ilişki kurabileceği gibi, üniversitelerin uluslararası öğrenci kayıtlarında ayrılacalık sahibi olan ve “exclusive” olarak anılan büyük acenteler üzerinden işlem yaptırmak zorunda da kalabilir. Bu bağlamda, yaşama bakışları uyuşmasa bile, kendini belli bir siyasi ya da dini yapı ile tanımlayan ya da doğrudan para ve güç açlıklarını doyurmak için yaşayan kişiler son derece uyum içerisinde iş tutmaktadır.
Bunun sonucunda da acente sahipleri para kazanıp edindikleri bağlantılar sayesinde kendisine güç ve konum devşirmekte, niteliksiz yabancı öğrenciler Türk üniversitelerinden aldığı diploma ile Türkiye’de ya da başka ülkelerde iş görmekte, çifte vatandaşlığı dahi olmayan Türk öğrenciler yıllarca üniversite hazırlık kurslarına gitmekte ve daha büyük maliyetlerle daha düşük kalitede üniversite eğitimi almakta, kötüye kullanılan eğitim sistemi nedeniyle yüz binlerce niteliksiz iş gücü zaten yetersiz olan yerli ve milli çalışma koşullarını daha da aşağı çekmektedir.
Röportaj: Fahri Sağyürek