Muhafazakarlık ve Ekolojik Kriz
Muhafaza, muhafazakârlığın temelindedir. Bununla beraber çağdaş ekolojik krizimizin kökeni, dünyayla umursamaz ve savurgan bir ilişki kurma biçimidir. Francis Bacon, doğanın acı çektireni olduğumuz mevcut eğilimlerimizden gurur duyardı. Muhafakârlığın doğal dünyaya ve ekolojik krize karşı duruşu, onu, bu sorunu çözmeye çalışan diğer felsefelerden ve ideolojilerden ayırır.
Roger Scruton güçlü ve etkili bir şekilde muhafakârlığın önemini yazmış ve konuşmuştur. Muhafazakârlık sadece birinin atalarının organik mirası koruma ve üzerine inşa etme, anayasal ve hukuki düzeni nesilden nesile aktarmayı isteme eğilimi değildir. O ayrıca hümanizmin ruhunu koruma hakkındadır; Lebenswelt’i (yaşam ortamını) oluşturan organik ve insanlar arası ilişkinin aracısıdır. Edmund Burke’ün “Dünya, herkesin nazik ve eşit annesi, hiçbir insanın gurur ve lüksünü teşvik etmek için tekelleştirilmemelidir,” ifadesinin aksiyomu, ekolojiye –ben, insan topluluğu ve doğal dünyanın geri kalanıyla olan ilişkinin muhafazâkar anlayışına– muhafazakâr bir bakış açısıdır.
Bilim ve teknolojinin ütopik vaadi ve gücüyle modern antropoloji, Lynn White Jr.’ın aksine, gerçekten ekolojik krizimizin kökenindedir. Francis Bacon materyalist ve monist olmasına rağmen modern insan zihnine bir işlevsel düalizm miras bıraktı: insan doğaya karşı. Dahası, basitçe “insan doğaya karşı” değil; “insan düşmanca ve tehditkâr bir doğaya karşı.” Bacon’ın açıkça belirttiği gibi, doğanın en derin sırlarını öğrenmek için –ki bu o zaman insanoğlunun saltanatını ve imparatorluğunu başlatırdı– insan doğal dünyayı soymalı ve onun kıyafetlerini çıkarmalıydı, doğayı sıkboğaz etmeli ve ona zarar vermeliydi.
Bacon’ın antagonistik antropolojisi insanı doğadan soyutladı ve ikisini karşı karşıya getirdi. Dahası, Bacon’ın ütiliter felsefesi, insanlığın libido dominandi’sine(tahakküm arzusuna) destek oldu. Diğer insanlar yerine yaratılışın geri kalanına karşı yöneltilmiş olsa da hükmetme arzusu doğanın gaspı ve fethi aracılığıyla kendini gösterdi. William Blake’in bahsettiği o “karanlık şeytani değirmenler” ve William Wordsworth’ün dokunaklı bir şekilde yakaladığı Proteus’un denizden yükselişini görme özlemi, İnsanın Düşüşü ve insanlık durumu hakkında modern ekolojik krizimizle ilgili olan daha eski bir Hıristiyan gerçeğine işaret etmektedir. Daha kötüsü Bacon’ın felsefesi dünyayı pür nesne olarak insanları da nesnel bir şekilde tekilleştirilmiş dünyada nesneler olarak tanıttı. İlişkinin sonu ve öznellik bunu takip eden şeydir.
Aziz Augustinus, Adem’in cennetten kovulmasının insanın doğal dünyaya yabancılaşmasını ve soğumasını temsil ettiğini belirtti. İnsanın libidosu basitçe diğer insanlara karşı yöneltilmedi, ama ayrıca bütünüyle doğal dünyaya karşı yöneltildi. Adem yalnzca doğal dünyayla ilişki kurarak tatmin olmamış olabilir –çünkü erkeğin sosyal ve ilişkisel doğası tamamlanmak için başka bir insan, Havva, gerektirir– ama Hıristiyanlığın bir kısmının eğilimi (ve özellikle Augustinusçu), anlaşılır doğanın organik ağının bir parçasının insanlık olduğudur. Erkeğin doğal dünyaya olan aşkı, ve ilişkisi, insan doğasının ve insan gelişiminin önemli bir boyutudur, bir aşktır ki bize verili olanla sorumlu görevli olarak çağırır. Aziz Franciscus ve Aziz Bonaventura’nın ekolojik teolojileri, ki ikisi birden Augustinus’un Orta Çağdaki en sadık öğrencileridir, güçlü yaratılıçılık ve onları destekleyen derin Katolik antropoloji olmadan bir anlam ifade etmiyor. İnsanlığın sosyal doğası diğer insanları sevmeye yönlendirir fakat ilişkisel doğamız, doğal dünyanın geri kalanyla olan ilişkimizi de içerir.
İnsanlık tarihi boyunca insanlar bizi beslesin ve dünyada bir yuva sağlasın diye doğaya güvendiler. Ancak geçimimiz ve iyi oluşumuz için doğal dünyaya bağlı olmadığımızı hayal edebilmemiz yirminci yüzyıl ve ikinci yarısı itibariyledir. Mekanik canavarlarla çevrili olan ve işe gidip gelmek için metalik böceklere bağımlı olan uygarlığın suni yapıları –ki bunlar Baconcu (ve modern) antropolojiden doğmuştur– organik ilişkilere dair farkındaloğımızı silikleştirmiştir.
İnsan kişiliğine dair bir vitalizm ve organik bir anlayış, en azından kısmen organik bir yaşam şeklinde temel buldu. Toprağı işlemek ve hayatta kalmak için hayvanlara bağımlı olan insanlar; kendi yaşamlarının, ailelerinin ve toplumlarının devam edebilmesi için kutsal toprakla ve “yaşam veren-yaşamı sürdüren” hayvanlarla sağlıklı bir ilişkiye ihtiyaç duyduklarını biliyorlardı. Doğaya güvenenler onu muhafaza etmek için de sıklıkla çalışacaklardır. Bağlılık ve kökleşmişlik; “ben”in organik anlayışına eşit bir şekilde katkı sağladı. İnsanlar doğanın parçasıydı ama insanlar ayrıca doğanın (doğadan ayrı olmasından ziyade) bünyesinde de farklıdır.
Bu vitalizm ve ilişki antropolojisi, ki Aristotelesçi ve Katolik antropolojide görülür, modern antropolojinin yapay karakterinin ve işlevsel düalizminin hem üstünde hem de karşısında durur. Artık insanı, doğanın bünyesinden tamamen bağımsız olarak göremeyiz. Şimdi insan doğadan tamamen ayrık olarak farklıdır. Dahası insan, yer yüzünün organik çocuğu olarak düşünülmüyor –Babil’den İncil’e kadar eski yaratılış efsanelerinde olduğu gibi– ama zalim dünyaya fırlatılmış yapay bir şekilde programlanmış, doğayı kendisini beslemek ve hayatta kalmak için fetheden bir, Richard Dawkins’in deyimiyle “hantal robot”, makine olarak düşünülüyor.
Adem’in dünyadaki objeleri hüpleten bir objeye indirgenmesi, Alman romantiklerini –Johann Hamann ile başlayan, ancak Johann Fichte ve özellikle Friedrich Schelling gibi isimlerle belirli bir zirveye ulaşan– enerjik canlılıkla ilgili ontolojik ve metafizik problemi çözmeyi denemeye itti. Alman diyalektik felsefesini geç 18. yy.’dan erken 19.yy.’a kadar karakterize eden Ben ve Ben-Olmayan ayrımı öncelikle –Hamann’ın deyimiyle– materyal objelerin denizinde kaybolmuş “doldurulmuş kukla” krizine dayanıyordu. Romantizmde ekolojik ve natüralistik dayanağın bir kısmı materyalist felsefede indirgemeci nesneleştirmeye karşı bir direnişti. O sadece yer yüzünün insanla ilişkisini kurtarmak için bir girişim değildi ayrıca yaşamın bütünleşik vitalizmin kendisini kurtarma girişimiydi.
Ne yazık ki romantiklerin önerebileceğinin en iyisi insanın nesnelerin dünyasında özne olduğu başka bir işlevsel düalizmden öte bir şey değildi, ki varoluşun geworfenheit‘ı(fırlatılmışlığı) aracılığıyla hâlâ yabancılaşmış ve yabancılaştırılmıştır. İnsan çaresizce doğada kökleşmiş olmayı ve doğaya bağlılığı arardı çünkü o dünyevileşmenin bir nesnesi değil kendisini içinde bulduğu çevreden ayrılan yabancılaşmış bir özneydi. Romantik zihni, çoğunun uzunca savunduğu gibi, Hıristiyanlığın düşmüş insanın seküler bir itelemesiydi. Çünkü belirtildiği üzere, Hıristiyanlığın “İnsanın Düşüşü” anlayışının bir kısmı insanların şu anda deneyimlediği yaratılışın geri kalanıyla olan yabancılaştırılmış ve bozulmuş ilişkisiydi.
Ama bu melodramatik portre, “Aydınlanma” ile “Romantik” arasındaki modernite ve karşı-modernite arasındaki bu diyalektik karşıtlık, sadece budur –melodramatiktir. Romantikler kritik bir konuya parmak basmaya hevesliyken, romantikleri okumak hiçbir insanın artık doğal dünyayla ilişkiye sahip olması mümkün değilmiş gibi gösterir. Bu karanlık Şeytani değirmenlerin çoğalması, insanın doğadan tamamen uzaklaştırılması, ve “ilerlemek” için huzursuz ve kaçınılmaz itiş insan ruhunun içini tamamen boşalttı. Yapay ve mekanistik hayat –nihilistik transhümanizm– modern mekanistik antropolojinin mantıksal bir sonucudur, yani bu romantiklerin tutkuyla karşı çıktığı şeydir. Romantizmin Albert Camus ve metafiziksel direnişle doruk noktasına ulaşması şaşırtıcı değildir.
Ama evrensel olarak yabancılaştırılmış insanın bu portresi muhafazakârlıkta bulunmaz veya teklif edilmez. Scruton’a dönecek olursak Cicero’dan Burke’e muhafazakâr etiğin bir kısmı, insan ve dünya arasındaki bu hassas ilişkiyi muhafaza etmek için bir girişim olmuştur. Hakiki muhafazakârlık, insanın kendisini hâlâ daha parçası olarak bulduğu yeşil bahçeyle ilişkisini korumaya çalışır. Aslında post-Burkeçü muhafazakârlık ve İngilteredeki romantizm, Katey Castellano’nun büyük çalışması “The Ecology of British Romantic Conservatism” tarafından ifade edildiği üzere aşırı derece ekolojik yönelimliydi. Nesillere karşı görev ve yükümlülükler –ölülerle ve henüz yaşamayanlarla sözleşme– muhafazakâr zihne ve onun zamanı, mekanı ve karayı nasıl anladığına şekil verdi. Muhafazakâr literatürün ağırlığı, Hıristiyan babaların zamanından on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllara kadar ekolojik bir bilinç lehine kararlı bir şekilde azalmaktadır.
Muhafazakâr ekoloji ile çağdaş çevrecilik arasındaki fark, kurucu ilişki ve nesnelleştirilmiş düalizm antropolojilerindeki rekabettir. Modern çevrecilik hâlâ tamamen modern bir eğilimdir. Günümüzdeki haliyle anlaşıldığı üzere çevrecilik, Baconcu felsefenin işlevselciliğini çoğunlukla benimser. Doğal dünya, karşılıklı ilişkmizin bulunmadığı bir objedir. Doğa ağının bünyesinde bağlı olmak yerine ondan ayrı varız –insanlar, doğa adını verdiğimiz rastgele nesnelerin toplamını kontrol edebilen (koruyan) nesnelerdir. “Çevreyi koruma” girişimi, yok etme veya koruma gücüne sahip olduğumuz obje yığınını koruma girişmidir (bir örneği, insanlığı diğer objeleri olduğu gibi aynı varlık düzlemine indirgeyen “Nesne Merkezli Ontolojidir”). İnsanın bu şekilde nesneleştirilmesi, ironik bir şekilde, kurtuluş yolu olarak görülürken, dünyada kök salmış, ekip biçecek bir evi olan geleneksel insan yaklaşımı ekolojik krizimize neden olan zehir olarak görülür.
Çevrecilik kendisini tamamen ekolojik krizi yaratan modern kampın içinde konumlandırır. Doğal dünya bir nesnedir. Biz nesneleriz. Ama biz, bize diğer nesnelerle “doğayı koruma” imkanına izin veren kontrol nesneleriyiz. Her şey kökünden sökülmüş, kişiliksizleştirilmiş ve nesneleştirilmiş olarak kalır.
Örneğin çoğu çevrecinin, yapay çevre oluşturmak için doğal dünyayı yok eden kentsel alanlarda yaşadığı olgusunu ele alın. Şehir merkezlerinde yaşayanların küresel ısınmayı kabul etme olasılıkları daha yüksekken, hayli tüketici hayatlar yaşayıp karbon salınımını protesto etmek için pankart açmakta belli bir ikiyüzlülük vardır. Böyle yaşamlar, Greenpeace savaşcılarına her altı ayda bir yeni akıllı telefon, iPadler ve mobil cihazlar almalarına izin vermek amacıyla Çin kırsalının yıkımını tetikler. Bu insanlar yapay hayatlar yaşıyorlar, nesneleştirilmiş yaşamın canlandırılması olan hücresel ekranların yapay ışığının hakim olduğu hayatlar.
Bu esnada insan-yapımı küresel ısınmaya karşı süphecilik belirten insanların yemyeşil, inişli çıkışlı tepeler ve vahşi yaşamla iç içe ormanlarda yaşaması daha olasıdır. Kentli seçmenlerin böylesine dehşete düşüren ekolojik krizi kabul etmemekte ne kadar hatalı olurlarsa olsunlar, küresel ısınma inkârcılarının çoğunun eski insan ruhunu yansıtan hayatlar yaşadıkları bir gerçektir. Doğal dünyanın içinde ve doğal dünya ile yaşarlar. Kendilerini besleyen ve nesiller boyunca ailelerini beslemiş olan dereler ve tepelerle bir ilişkileri var. Onlar doğaya saygının farkındalığıyla yaşarlar.
Muhafazakârlığın ekolojik yönelimi, post-Baconcu antropolojinin ve felsefenin ütiliter nesneleştirilmesini ve işlevsel düalizmi reddeder. Muhafazakârlığın ekolojisi; ilişkiler, canlılık ve estetik çekiciliğin değerine yönelik derin bir takdirdir. Scruton’ın iddia ettiği üzere, güzellik sorumluluğu gerektirir: “Güzellik, düzen ve ev talep yaratır.” Bu –insan olarak insanın– organik yaşam formlarının birbirleriyle kurdukları ilişkilerin, biyolojik ve organik yaşam formları olarak insanların organik doğanın kalanıyla kurdukları ilişkilerin ve insanların yuva dedikleri yeri koruma ve aktarma biçimlerinde soylarıyla kurdukları ilişkilerin bir kutlamasıdır. Muhafazakârlık, her zaman olduğu gibi, doğa felsefesidir; yapaylığın tehlikelerine ve mekanistik ütiliterizme her zaman karşı durmuştur.
Doğal dünyanın tahrip edilmesi, yalnızca Bacon’ın insanın sağlık ve refahının doğanın zararına olduğu şeklindeki düşmanca düalizminin bir sonucu değildir. Doğal dünyanın tahribi ayrıca bizim yuva dediğimiz toprağa kök salmışlığın ve bağlılığın kaybının sonucudur. Hobbes ve Locke’u takip ederken –Bacon’ın imanlı müritleriydiler– özgürlük, Hobbes ve Locke’un tanımladığı üzere, engelsiz hareketti. Elbette bağlılık ve köklülük kişiyi kalıcılığa yerleştirir ve özgür hareketi engelleyen daraltıcı bir bariyer haline gelir. Bağlılık ve köklülük o zaman özgürlüğün bariyeridir.
Bu tarz bağlılığın ve köklülüğün kaybı sorumsuz mentalite ve topluluk yaratır. Geçici olanı neden koruyalım? Birkaç sene içinde bırakılması muhtemel olanı neden koruyalım? Yuvanız olarak görmediğiniz bir şeyi neden koruyasınız ki? Dahası, kendinizi biyolojik yaşamın geri kalanından tamamen ayrı, mekanik bir varlık, bencil genleri –yani merkezi bir bilgisayar– takip etmeye programlanmış hantal bir robot olarak tasarlarken neden organik bir biyomla ilişki içinde kalasınız ki?
Ek olarak eğer hayat sadece ölüme giden yüksek tempolu koşuysa, ki tüketim hayattaki en büyük amaçtır, o zaman bir yuva bulmaya ve sürdürmeye yönelik muhafazakâr itici güçten kaçınılır. O zaman çevre, insanların tüketici arzuları için araçsal kullanımının bir nesnesi olur, Tıpkı Bacon’ın öngördüğü gibi. New York ve Los Angeles’ın tahrif edilmiş ve yapay manzaraları, ekolojik krizimize gerçek çözümü sunmayan, aynı derecede tahrif edilmiş ve içi boş çevre hareketinin merkezleridir: bağlanma, yerleşme ve daha fazla bağlanma ve yerleşik köklerden zorunlu olarak kaynaklanan daha yaygın bir toprak mülkiyeti.
Modern çevresel hareket Bacon’cu doğa dominasyonuna bir tepki olarak görülebilir ama tekno-bilimsel ustalık zihniyetine saplanıp kalır. Çevrecilerin “çevreyi koruyalım” veya “gezegenimizi koruyalım” çağrıları; Mısır, Babil ya da Asur düşlerinde olduğu gibi, evrensel kurtuluş kisvesi altındalibido dominandi’nin (tahakküm arzusu) yeni bir gelgit dalgasının serbest bırakılmasına izin vermek için kullanılan örtülü bir dilden başka bir şey değildir. Modern çevrecilik hâlâ daha insanlığı kökünden söken ve ekolojik krizimizi yaratan aynı teknolojik ve bilimsel metodu takip eder.
Çevreye aşık ve göz kulak olmak sadece yuvaya duyulan aşk ve göz kulak olmada bulunur. Sadece yerleşik bir halk, göçebe halktan ziyade, uzun ömürlülüklerine, azimlerine ve hayat veren kaderlerine inanmış bir halk mevcut ekolojik krizimizin üstesinden gelebilir. Yerleşik ve kökleşmiş bireylere ve topluma nazaran herhangi bir bağlılık ve böylece sorumluluk eksikliği bulunan göçebe, vandal, ve yoldan geçenler; geçtikleri yerleşimleri yok eder. Göz kulak olmak ve sorumluluk bağlılık gerektirir ve bağlılık, mantıksal olarak bir ilişkiyi ima eder. Roger Scruton’ın sözleriyle, “Burada içsel bir ilişki vardır… Estetik seçimlerimiz için diğer rasyonel varlıklara sorumlu hale geliriz.”
Estetik seçimlerimiz, medeniyetin ekolojik ve hümanist çöküşüyle bağlantılıdır. Ben de küresel ısınma felaketinin olasılıklarından bahsetmiyorum. Ruhsallıktan arındırma ve insanı doğal dünyayla olan ilişkisinden uzaklaştırarak insanın içinin boşaltılmasına gönderme yapıyorum. İnsanı bahçesinden çıkarıp, sonsuz ve amaçsızca dolaşmaya bırakarak (bir insan hakkı olarak, dikkatinizi çekerim), gittiği yerlerde ondan hiçbir talepte bulunmayarak (çünkü bu onun insan haklarını ihlal etmek olur, dikkatinizi çekerim), ekonomist ve materyalist dünya görüşü tehlikeli bir şekilde yaygınlaşır. Dahası bu sürülme ve sonsuz gezinme gelenekçiler tarafından yas tutulmasının yerine modernite tarafından kutlandı. Göç hayatı; trajedi ve karanlıkla doludur, yine de kültürümüz köklerinden arınmış insan haklarının bir parçası olan özgürlüğü kutlamaya meyillidir. Dolayısıyla dünyayla olan ilişkimizi estetik, manevi ya da insani kaygıları dikkate almaksızın tamamen araçsal ve faydacı terimlerle yeniden şekillendiriyoruz. Ekolojik kriz bir insani krizdir, çünkü insanı yaratılıştaki uygun yerinden koparan bir antropolojiden kaynaklanmaktadır.
On dokuzuncu yüzyıldan günümüze muhafazakârlık, yavaş büyüyen ekolojik krizi bir insani kriz olarak kabul etmştir çünkü insanlık ve doğa birbirine bağlıdır. Bu, insanı doğaya ya da hayvanlara indirgemek ve böylece insan ile içinde bulunduğu dünyanın geri kalanı arasındaki tüm yaşamsal ayrımları yok etmek değildir. Lakin muhafazâkarlığın anladığı; insanın ahlaki ve ruhsal sağlığının, içinde bulunduğu ortamın canlılığıyla ilişkili olduğudur. Şu anda insanın ahlaki ve ruhani bozulması, iç içe geçmiş ilişkimiz nedeniyle gördüğümüz çevresel bozulmaya doğal olarak yol açmaktadır. Aziz Pavlus’un dediği gibi, “Çünkü yaratılış, Tanrı’nın çocuklarının ortaya çıkmasını sabırsızlıkla beklemektedir. Çünkü yaratılış kendi seçimiyle değil, onu yaratanın iradesiyle, yaratılışın kendisinin çürümeye olan esaretinden kurtulup Tanrı’nın çocuklarının özgürlüğüne ve yüceliğine kavuşacağı umuduyla hayal kırıklığına uğratıldı.”
Romalılara mektubunda Pavlus, insanın bozulmasının ve düşüşünün yaratılışın geri kalanı için sonuçları olduğuna dair temel bir Hıristiyan öğretisini -belki de bugünden çok geçmişte- ortaya koyar. Eğer bu doğruysa, tersi de doğrudur. İnsanın kutsanması ve güzelleştirilmesi aynı zamanda yaratılışın da kutsanmasına ve güzelleştirilmesine yol açar. İnsanın kurtuluşu aynı zamanda yaratılışın da kurtuluşudur. Kilise Babalarının, özellikle de itirafçı Aziz Maximus’un “kozmik kurtuluş”tan anladığı budur.
Ekolojik sorunumuza ilişkin muhafazakar görüş, insanın doğasına ilişkin temel muhafazakar eğilimlere dayanmaktadır: İnsanın her şeyden önce sosyal ve ilişkisel bir hayvan olduğu ve bunun içinde yaşadığı çevreyi de kapsadığı; insanın güzelliği takdir eden ve arzulayan sevgi dolu bir yaratık olduğu; ve insanın doğa ağı içinde farklı (ama ayrı değil) bir özne olduğu. Dolayısıyla insan, bencil genler tarafından ölene kadar hareket halinde bir madde yumağı olarak programlanmış bir nesne, hantal bir robot değildir. Dahası; hem ekonomik solun hem de ekonomik sağın aksine, insan dünyadan kopuk ve ayrılmış bir nesne olarak yaşamak için yaratılmamıştır.
Muhafazakarlar ekolojik krizimiz hakkındaki bu derin gerçeği bilirler: Bu, bağlılık eksikliğinin, yerleşim eksikliğinin, güzelliğe değer vermemenin ve Adem’i Tanrı’nın sağladığı bahçeyi işlemek yerine hayvani bir tüketici olarak yeniden biçimlendirme girişiminin sonucudur. Ahlaki ve ruhsal sağlığımız, içinde yaşadığımız dünyaya bağlıdır. Ahlaki değerlerimiz zayıfladıkça, tüketim isteğimiz ilerledikçe, dünyanın ve kendimizin nesneleştirilmesi hızlandıkça ve dünyayı kendi suretimizde yeniden yaratma özgürleştirici hayali zihnimize bulaştıkça, çevre de bizimle birlikte yıkıma sürükleniyor. Ahlaki ve manevi yenilenme ve yuvamız dediğimiz topraklara daha fazla bağlılık ve ilişki, ekolojik krizimizi çözmenin ilk adımlarıdır.
Çeviri: Magnesium But In Cigarette (@InMagnesiu83884)
Editör: Fahri Sağyürek