KADINLARI SİLMEYE KARŞI MÜCADELE
Muhafazakârlar ve feministler, teknokratik müdahaleye karşı bir olmak zorundadır.
Bazen; internetin ucubeleri meselenin özüne, daha iyi eğitimli yazarlardan bariz bir şekilde daha çok yaklaşırlar.
Gender Acceleration: A Blackpaper; 2018 yılında kaleme alınmış, “insan olmanın korkunç lanetinden’’ hayali bir kaçışı kutlayan anonim bir metin olup üremenin cinsellikten –teknolojinin de yardımıyla– kopuşunu anlatır ve bunun sonucunda kendi doğamıza karşı galip gelebilmemizi umar:
‘’Trans kadınlar, tekno-sermayenin, sayısı gittikçe artan biçimler halinde yeni suretler üretmesidir. Bugün bildiğimiz kadarıyla trans kadınlar, insanlıkla bir olmuş tekno-sermaye çıkarına müsadere edilmiş bedenlerdir. Onların vücutları, altta yatan makinenin insanlığa sızış yoludur. Bu makine şanslı azınlığı, insan olmanın korkunç lanetinden kurtarıp lezbiyen şeytan üretim bandına sevk eder.”
Cinsiyet bölünmesinin önce ikili sistemden, nihayetinde de insanın kendisinden uzaklaşan bu aşağı yönlü basamaklar, feministlerin nihai zaferi olarak sunulmaktadır: tüm kısıtlamaların ortadan kalkmasıyla birlikte, soyut bir ilke olan “nizam”da da bulunan erkekliğin izlerinin de silinmesi.
Gender Acceleration korkutucu olabilse de ana akım ‘’kesişen’’ feminist doktrinin abartılı bir yorumundan birazcık daha fazlasıdır. Bu doktrin temel feminist amacı olarak kadın kimliğini biyolojik verilerle ayrıştırma ihtiyacını benimsemiştir. Şöyle bir özgürleşme vardır: ameliyat yoluyla kadın olmuş erkeklerin ‘’yılın kadını’’ ödülü aldığı bir ortamla birlikte, biyolojik kadınların bilerek ve isteyerek çocuk sahibi olmamalarının kutlanması.
Bu tam manasıyla Gender Acceleration’un vizyonudur: İnsanlığın üreme mantığından bağımsızlık ve erkeğin hizmetinde daha fazla bulunmayarak geleceği üretecek kişi olmak. Bu doktrin aynı zamanda Gender Acceleration’un tekno-sermayenin insanlığın özgürleştirici kaynaşmasını da benimsiyor. Aynı zamanda seks işçileri haklarını –bir diğer adıyla rıza yoluyla güvence verilmesiyle piyasaların insan cinselliğine olan saldırısını– da kışkırtıyor. Aynı zamanda ticari biyomedikalin, insan üremesinin daha bile özel katmanlarına genişlemesini savunuyor ve bedenlerimizi, içsel benliğimizle eşlemek –yani ameliyat yoluyla şekillendirmek– uğruna tekno-sermayenin imkanlarını kullanmayı feminist olarak etiketliyor.
Bu idealler bugün feminizmin kabuğu olma iddiasında olsalar da şimdilerde çoğu icraati aktif olarak kadınların aleyhine işlemektedir. Bugün feminizm olarak kabul edilen şey aslında bizzat somut verilerden radikal bir özgürleşme arayışıdır.
O halde belki de bu ideolojiyi ‘’biyoliberteryenizm’’ olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. Benzer şekilde bu biyoliberteryenizmi, feminizmin yabancı istilacısı olarak ele almak da yanıltıcıdır çünkü o feminizmin şeytan çocuğudur. Onu taşıyan ananın rahminden çıkış yolunu kanlar içinde ve kemirerek aramaktadır.
Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet kitabında gebeliği dehşet verici ve sömürgeleştirici olarak görmüştür. Bundan 20 yıl sonra radikal feminist Shulamith Firestone, Seksin Diyalektiği kitabında bunu daha da ileri götürür: Yeni üreme teknolojilerinin, siber-komünizm ile birleştirilmiş radikalize yeni üreme formları aracılığıyla kadınları, doğurganlığın dehşeti ve kısıtlayıcılığından tamamen kurtarmayı hayal eder.
Firestone bu yolla tüm kadın ve çocukların özgür olacağını, insanlığın çok biçimli cinselliğe geri dönebileceğini, ataerkil kısıtlardan kurtulacağını ve kişinin ‘’basitçe ve tam anlamıyla var olma ve eylemde bulunma süreci içinde kendini gerçekleştirebileceğini’’ ön görmüştür.
50 yıl sonra bizler, Firestone’un dünyasında yaşamaktayız. Bazı şanslı kadınlar –makineler sayesinde olmasa da– taşıyıcı annelik sayesinde gebeliğin sıkıntısından kurtuldular. Radikalize yeni üreme formları artık gerçeğimiz. IVF (in vitro fertilization yani halk arasındaki ismiyle tüp bebek), yumurta dondurma, gen seleksiyonlu embriyolar ve CRISPR ile düzenlenmiş bebekler ve hatta bazı ülkelerde Down sendromlu doğmamış bebeklerde %95 civarı bir kürtaj oranını sağlayan NIPT testi1.
Bu esnada, Pride (Gurur) bayraklarının çokluğu ve şeritlerindeki sayısal artışa ayak uydurmanın zorluğu, Firestone’un hayal ettiği çok biçimli cinselliğin cisheteronormativite üzerindeki kültürel hakimiyeti gösteriyor. Başka yerlerde, çocukların cinsel özgürlüğü sivil özgürlükler sepetine dahil olmak ve kendine ait bir alan oluşturmak için uğraş veriyor. Tekno-sermaye güvenlik devletiyle birleştikçe, Tekno oligarkların UBI2 tarafından seyreltilmiş kitlesel otomasyona yönelik baskıları göz önüne alındığında sibernetik komünizm uzak bir ütopyadan çok, bir gazete manşetinde olmaya yaklaşıyor.
Benim hedefim, kötü her şeyin basit feminizmin hatası olduğuna yönelik bayağı hilekârlığı tekrar etmek değil. Aslında feminizm kendi içinde fraksiyonlara ayrılmış, zengin bir politik gelenektir. 1960’lar öncesi yazar ve düşünürlerin çoğu cinsiyet dimorfizmi ve üremenin asimetrisini aşılması gereken engeller değil kadınları ilgilendiren değişmez siyasi gerçekler olarak kabul ediyordu.
Bu sağduyulu uzlaşma; 1966 yılında Ulusal Kadın Örgütü, hem modern teknolojinin cinsellik üzerindeki dönüştürücü etkilerini hem de anneliğin kadınlar için ehemmiyetini kabul eden bir bildiri yayınladığında kabul edilmiş ve teknolojinin kadınların bir zamanlar evde yaptıkları işlerin çoğunu azalttığını ve çoğu iş için bir kriter olmuş olan kas gücünü neredeyse tamamen ortadan kaldırdığını da ilan etmişti.
Örgüt sonuç olarak, bunun yalnızca toplumsal düzende kadınların kalıcı yabancılar haline gelmemeleri amacıyla toplumun eski ve yeni alanlarını onlara açmak olduğunu ileri sürdü ve ‘’çoğu kadın için yaşamlarının en önemli parçası olmaya devam ediyor,’’ dedi.
Ulusal Kadın Örgütünün tavrı için ‘’biyorealist’’ diyebiliriz: Cinsiyetler için değişen koşullar altında adil bir zemin ararken aynı zamanda bazı biyolojik gerçekleri sabit kabul eden cinsten bir duruş.
UKÖ, Wollstonecraft’a kadar uzanan feminist geleneğe yönelik bakışı özetleyen ve bugün bile kadınlar arasında kabul edilen bu biyorealist görüşü 1966 yılında sundu. Ancak aynı dönemde, kadınları, biyolojilerinden özgürleştirmeyi vaat eden teknolojilerin yaygınlaşmasına da tanıklık etti. Bu da yaygınlaşan materyaller ulaşılabilir hale geldikçe, onların özgürleştirici güçlerini benimsemeyi hedefleyen sesler çoğaldı. Kadın hareketi 1970’lerin sonlarına geldiğinde radikal bedensel özerklikten ayrılamaz hale gelmişti, özellikle de üreme konusunda.
Firestone yalnızca insanın üremenin asimetrisinden kurtulması görüşüne öncülük edenlerden biriydi. Eğer onun vizyonu ve Gender Acceleration arasında bir fark varsa o da şudur: Gender Acceleration, Firestone’un hayallerinin gerçekleştiği bir zeminde başlar. Özgürleştirme bir netice değil bir süreçtir ve ütopya her zaman ufukta gözükmektedir. Bu ütopya bugün, insanın tedavülden kaldırılması niteliğindedir.
Ama eğer kadınları özgürleştirmek, kadın ile kadınlaştırılmış olan arasında ayrım yapamayacağımız bir sayborg tekdüzeliğin evrensel olarak kullanıma sunulmasıyla aynı şeyse, somut kadınların çıkarlarını kim savunuyor?
Biyoliberteryenizm, maksimum düzeyde ‘’olabilmek’’ için, insanın ne olduğuyla ilgili bütün fikirleri imha etmemizi talep etmekte. İnsan doğasına dair ortak anlayışımıza olan bu saldırının en somutlaştığı alan ise, biyorealist somut kadın gerçekliği ile biyoliberteryen seçilmiş kadın kimliği arasındaki çatışmadır. Ama bunun olumsuz etkileri, ilk bakışta görünür olanın çok daha ötesindedir. Bu zorluklar göz önüne alındığında, UKÖ’nün 1966 yılında kadınların çıkarlarına yönelik ifadeleri ve biyorealist düşünce geleneği kadınların çıkarlarının savunulmasında kullanılmalıdır.
Bu düşünce şekli bugün beklenmedik –bazen de rahatsız edici– bir şekilde, Orta çağdaki Thomist düşünceye kadar uzanan muhafazakâr Hıristiyan geleneği ile ortak bir zemin bulmuştur. Zira her iki grup da biyoliberteryen özgürleştirmeye karşı somutluğu, birbirine bağımlılığı ve insan ölçeğindeki ilişkilerin korunmasını savunmaktadır. Dini bağlılıkları daha az olan muhafazakârların tepkisi hem karışık bir kayıtsızlık hem de feminizmin kendi kendine yarattığı acılardan zevk duymak şeklinde olmuştur. Ama bu kayıtsızlık politikası, tehlikenin gerçek boyutunu hafife almaktadır.
Tekno-sermaye, biyoliberteryenizm etiketi altında bedenlerimize ve ruhlarımıza atomize saldırılar gerçekleştirmeye devam ettikçe, insan olarak savunabileceğimize güvendiğimiz sabitler kaldı mı? Biyorealist bakış açısı bu soruya ‘’evet’’ cevabını vermektedir: Canlı ya da inorganik, dünyadaki her şeyin bir doğası vardır.
Ancak COVID’in ardından politikalar insan bedeninin yönetimi üzerine dönmüştür. Ancak bizi yönetenler bu bedenlerin normatif ihtiyaçları, biçimleri veya gelişimsel yolları olup olmadığı sorusunu cevaplamakta isteksiz görünmektedirler. Amerikan Pediyatri Akademisi, destekçilerinin bile artık çocukların sosyal gelişimlerine zarar verdiğini kabul ettiği maskesi ile çelişmemek için yüz ipuçlarının gelişimsel önemine dair olan sayfaları sildiğinden beri, böylesi norm ve ihtiyaçların siyasi olarak gittikçe daha çok kenara atılacağından şüphe duyabiliriz.
Bu bir bakıma başka türlere karşı uzun zaman önce benimsediğimiz yaklaşıma insanları da katıyor. Örneğin, Amerika’nın milyonlarca piliçlerini düşünün: birçoğu bütün ömürlerini tel bir zeminde, yiyecek arayamadan ve içgüdülerini takip edemeden geçirmektedir. Bu canlıların yamyamlık ve tüy yolma gibi stres davranışlarına başvurmaları çok yaygındır ve insanları da sosyal ve bireysel doğamızın normatif özelliklerini görmezden gelerek şekillendirmeye çalışmanın benzer patolojik sonuçları olacaktır. Biyoliberteryenlerin sınırlardan özgürlük ve bedenlerimiz üzerinde mutlak hakimiyet kurma iddiasına karşı doğamızı savunmak da biyorealizmin görevidir.
Hem bireysel hem de ailesel olarak, biyorealizm son derece muhafazakâr ve aynı zamanda feminist bir projedir. Ama siyasal boyutta, ortaya çıkmakta olan biyotiranlığın bizleri kendi emellerine göre şekillendirme yetkisine ilişkin insani sınırların iddiasıdır. Eğer teraformasyona3 uğramak istemiyorsak, bu beklenmedik ittifak insan doğası için bir duruş sergilemek zorundadır.
Yazar: Mary Harrington
Çevirmen: Cenk Çalışkan
Editör: Fahri Sağyürek
Ç.N. NIPT testi ülkemizde de rutin olarak uygulanmakta olan non-invazif bir tarama testidir. Trizomi 13, 18 ve 21 riskini saptamakta güncel olarak yeryüzündeki en etkili yöntemdir.
Ç.N. Universal Basic Income
Ç.N. Teraformasyon, gezegenlerin iklimi ve bitki örtüsü gibi majör özelliklerinin topyekün ve yapay bir şekilde değiştirilmesi konseptidir.