Horultu Fırtınalarında – Bir Bedelli Askerlik Hicviyesi
İtişli kakışlı aceleci bir ilerleme ve bitmeyen bağrışlar. İlerleyince gördüğün tek şey bekleyen bir yığın adam. Hepsi şaşkın şaşkın bakıyor, merakla olacakları bekliyor. Sıraya girin, diyorlar. Giriyoruz. Artık askersiniz, diyorlar. Asker olduğumuzu anlıyoruz.
İlk günler hızlı geçiyordu. Sürekli yeni bir şey öğrendik. Komutanlar bize sürekli “Siz okumuş, iş kurmuş, çalışan, aklı başında adamlarsınız. Söyleneni hemen anlayıp uygularsınız,” diyerek amiyane tabirle gaz veriyorlardı. Herkesin yüzünde bir rahatlık vardı. Bu işi kopartacak cevval adamlardı onlar. Nasıl olsa hepsi “okumuş, iş kurmuş, çalışan, aklı başında” adamlardı. İlerleyen günlerde garip bir şey fark ettim. Önceden bize içtima için sakin sakin talimat veren komutanlarımız, yüzünü olabildiğince ekşitip tüm gücüyle bağırarak talimat vermeye başlamıştı. Cevval bedelli erlerimizin de bu durum karşısında yüzü düşüyordu, bazısıysa öküzün trene baktığı gibi bakıyordu. Bunu görünce komutan tekrar bağırıyordu. Bu durum son güne kadar devam etti. Talimata uyamayan, komutu algılayamayan bir canlı kitlesi ile muhatap olmak zorunda kalan komutanlarımız, bir köşede bölüğün içtimaya geçmesini bekliyordu çoğu zaman. Günde altı kez içtima yapacağını bilmesine, hatta zamanının çoğunu içtimada geçirmesine rağmen, bizim bölüğün bir ay boyunca kusursuz bir içtima yapamaması kafamı kurcalar oldu.
İlk zamanlarda beni çok şaşırtan bir şeyle karşılaştım. Kışlanın her tarafında kola makinesi var, en ücra köşelerde bile. Ayrıca hem bölük binalarında hem de merkezi noktalarda kek ve meyve suyu otomatları doluydu. Otomatlar, ortama çok yabancı duruyordu. Bu makinelerin tekinsiz varlığını kendi kendime sorgulayıp dururken ilginç bir şey daha oldu. Tören alanında yürüyüş için ilk denemelerimizi icra ediyorduk. Beyaz bir doblo bize yanaştı, camı indirdi. İçeriden kafası görünen adam, komutanımızla anlam veremediğimiz bir jest ve mimik lisanıyla iletişime geçti. Sözsüz sohbetleri bitince komutanımız bize istirahat verdi. Doblocu da o esnada inip kapılarını açtı ve hiç ummadığımız bir şey çıktı. Arabanın içi kase kase tatlıyla doluydu. Doblocu eline pos cihazını almış, çoktan satışa başlamıştı bile. Bütün askerler sıraya girdi. Komutanlar da bundan eksik kalmadılar. Gördüklerimi çok garipsedim. Arkadaşlarıma ne düşündüklerini sorduğumda bunun güzel bir şey olduğunu, söylediler. Askerler buna öyle alıştı ki daha doblo durur durmaz, komutandan izin almadan sıraya girmeye başlıyorlardı. Aynı araba, sabahları yemekhanenin önüne geçip poğaça, börek de satıyordu.
İstisnasız herkes sigara içiyordu. İçtimadan önce, içtimadan sonra, her yemekten önce ve sonra, yürürken, yürüyüş bitince, istirahatte dumanımız eksik olmuyordu. Sigara dumanından ilk kez bunaldığımı söylemeliyim. Can sıkıntısından sigaraya abanıyorlardı ama beni de canımdan bezdirdiler. Tören alanında biraz yürüdükten sonra istirahat izni gelince ilahi bir emir nüzletmiş gibi senkronize bir biçimde elleri ceplerine gider, ciddi bir ifadeyle çakmağı çakar, aynı anda dumanı tahliye ederlerdi. Dumanlı bölük bu yüzden uzaktan bir bulutu andırırdı.
Komutanların demesine göre bizim için önemli olan tek bir şey vardı: Yemin Töreni. Yemin töreninin icrası için gerekli unsur, bölüğün düzenli bir şekilde uygun adımda yürümesi olduğundan, askerlik boyunca bol bol yürüdük. Yaş ortalaması kabaca yirmi altı olan, bölük denen bu güruhun hımbıllığı ilk günlerde epey çıldırttı beni. Ayakta durmaktan dahi aciz olan bu ayaktakımının gün içinde yaptığı en büyük iş şikayet etmektir. Postal giymekten şikayet eder, kamuflajdan şikayet eder, yürümekten şikayet eder ve en önemlisi de sigara içememekten şikayet ederler. İki dakika sigara tüttüremeyince huzursuzlanmaya başlayan bölüğün yürüyüşü de yarım yamalak oluyordu. Komutanlar ilk zamanlarda bol bol istirahat verirdi. Sonrasındaki manzaraysa evlere şenlikti. Komutan on metre uygun adımda yürütünce Kerbela’dan çıkmış gibi kola otomatına koşan dombili askerler, bir fars unsuru değil buz gibi gerçekliğin ta kendisiydi. Bu komedi sahnesinin ardından iktidarı ele geçerip Aegean’ı sağlık bakanı olarak atamamız gerektiğine karar verdim.
28 günlük askerliğimizde pek çok adam kayırma ve torpile şahit olduk. Milletvekili danışmanı olduğunu söyleyen ve ilk günden itibaren yedi köyün ağası gibi dolaşan, çapsız eşeğin teki hemen yazıcı olmuş, 28 gün boyunca cildine güneş hiç değmemişti. Beyimiz içtimaya bile çıkmıyordu, soran olursa komutandan izinliydi. Yazıcılar üzerinde genel bir şüphe vardı. Hepsinin torpilli olduğu düşünülüyordu, çünkü eğitime hiç çıkmamışlardı. Bölükteki bu şüpheyi dağıtmak için, yazıcıları dönüşümlü olarak eğitime çıkarmaya karar verdiler. Bölük binamızla, bölük amfimiz arasında bir buçuk kilometre mesafe olduğu için sürekli yürüyorduk. Bahsettiğim yazıcılardan biri de bizimle birlikte yürüyordu. Amfiye vardığımızda astsubaya yürüyemez raporu olduğunu ve yürüdüğü için kendini rahatsız hissettiğini, bölük binasına ambulansla geri gitmek istediğini söyledi, sertçe bir sesle. Astsubay yazıcıya çok sinirlenip bağırdıkça bağırdı. Dikkatinizi çekerim ki askere hiç küfür veya hakaret etmedi. Ertesi gün o astsubayı izne çıkardılar, bir daha da görmedik onu. Öğrendiğimize göre Cimer’e şikayet edilir korkusuyla bölük komutanı apar topar izne çıkarmıştı. Komutanlar Cimer’den ölesiye korkuyordu. Bunun iyi bir şey olduğunu düşünebilirsiniz ama ben buna katılmıyorum. Cimer jurnalciliği, askerliği lakayt bir hale getirdiği gibi, komutanların yaptırım gücünü de elinden alıyordu. Asker kısaca hiçbir şeyden korkmuyordu. Bu yüzden içtimaya elinde sigarayla çıkan, gömleği yamuk duran dallama kılıklı tipler görmek sıradan bir şeydi. Bir gün içtimada, tüm bu torpil tartışmaları ile askerin genel uyuşukluğundan bunalan bir astsubayımız, “Gördüğüm en kötü celp sizsiniz. Gitmeniz için şafak sayıyorum,” demişti.
Komutanlar ise süregiden curcunaya başka bir velvele veriyordu. Çoğu bize “Mehmetçik” gibi değil de “Mehmet Bey” gibi davranıyordu. Bu davranışın altında Cimer korkusu olduğunu da sezmişimdir. Uzman çavuşlar bizi hizaya dizip bazı temel bilgileri verdikten sonra bizi çok da takmıyordu ve çoğu zaman serbest bırakıyordu. Fakat uzman çavuşlarımızda genel bir bıkkınlık mı desem, yahut yılgınlık mı desem, bilemediğim bir hal vardı. Uzman çavuşlarımızın yarısı askerlikten bıkmış, şafak sayıyordu. Askere gitmeden önce, askeriyede ciddi bir personel açığı olduğuyla ilgili haberler okumuştum. Sebebini orada az çok anladım. Astsubaylar, uzman çavuşlara sürekli çıkışıyordu ve bizlerin karşısında bile bağırıp çağırıyorlardı. Bu aslında askerlik için vakayı adiyeden bir durum olsa da, uzman çavuşların çoğunun yaş olarak astsubaylardan büyük olması sebebiyle bu durum güçlerine gidiyordu herhalde. Gerçi bana sorarsanız uzman çavuşlar da gördükleri muameleyi hak etmiyor değillerdi. Mesela en basitinden rütbe yükseldikçe diksiyon ve telaffuz güzelleşiyordu. Fakat buradan astsubayları üste çıkardığım sanılmasın. Rütbelilerin arasında bile götü göbeği salmış, kamuflajının düğmeleri zor kapananlar vardı. Gördüklerim beni şaşırtmıştı. Özellikle son günlere doğru artık saatleri saymaya başlamıştım.
Astçavuşlarımızdan biri, bizimkilerin lakaytlığını gördükçe sürekli “Askerlik bitmiş amk,” derdi. Zaten kendisi de şafak sayan komutanlarımızdan biriydi. Diğer komutanlarımız bize “Sizin altı aylıklardan hiçbir farkınız yok,” derdi. Hakikaten de öyleydi. Altı aylıklarla konuştuğumuzda da bu duruma şahit olduk. İlk bir ay boyunca bizimle bire bir aynı eğitimden geçip kalan beş ay boyunca hiçbir şey yapmıyorlarmış. Bunu duyunca astçavuşumuzun veciz sözüne katılmadan edemedim. Komutanlar için önemli olan tek sınıf sözleşmelilerdi. Geriye kalanları çok da taktıkları yoktu.
Bütün bu askerlik yolculuğu bazı açılardan şahsen iyi gelse de, görüp maruz kaldıklarım ağzımda kekremsi bir tat bıraktı.
Fahri Sağyürek