Güzellik Düşmanımız Olmuş
Times Meydanı kaosunun içinde evime gitmeye çalışırken ilginç olduğu kadar üzücü bir manzara ile karşılaştım. Yürümeyi bırakıp tüm gücümü gördüklerimi unutmak için harcadım ancak nafile; iki hilkat garibesi, cinsiyeti belli olmayan insan, lastik donlarından fırlayan orta yaş göbekleriyle bana bakıyordu. Peki gördüğüm tabeladaki reklam bir şaka olabilir miydi? Üzerine düşündükçe, bu durumu tanımlayan mevcut estetik deneyimin, o reklamda gördüğüm güzellik karşıtı hareketin hayatımızın her yanını esir almasıydı. Bu tür çirkinlik anıtları artık her yerde, özellikle reklamlarda, Calvin Klein’ın “Sports Illustrated” kapağı gibi. Bu reklamların akıl karıştıran yaygınlığı, güzellik standartlarını genişletmek gibi saf bir amaçtan ziyade, farklı ırklardan, cinsiyetlerden ve cinsel tercihleri olan insanların daha birleştirici ve kapsayıcı bir takım fikirler etrafında buluşabileceğini öğütlüyor.
Nitekim, farklı ırklardan gelen ve farklı fiziksel özelliklere sahip erkek ve kadınların güzelliğini takdir etmek ile, motolu sandalyede oturan obez bir kadının –Calvin Klein reklam panosundaki– bir güzellik objesi olduğunu idda etmek ve bunda ısrarcı olmak arasında büyük bir fark vardır. İlk söylem ortak bir güzellik idealini gerçek anlamda genişletirken ve kapsayıcılaştırırken, ikinci söylem ise güzelliğin var olmadığını, var olmamasının gerektiğini, önemsizliğini ve güzellik fikrinin erdemli düşünceye ve davranışa düşman olduğunu vurguluyor.
Güzellik karşıtı içgüdü –20. yy’deki sempatik hareketlerden ziyade– gerçek anlamıyla bir ikonoklazm üzerine yoğunlaşıyor. Huysuz, tümleyici –yani kıstasların ortadan kalkmasıyla her objenin-insanın herhangi bir değerlendirilmeden muaf tutulması ve dolayısıyla jüri önünde tek, bir olması, tümlenmesi– bu anlayış seksi de şehvet ve zevk gibi yasaklıyor. Geriye kalan ise birinin suratınıza tükürdükten sonra silmenize izin vermemesi hissiyatından başka bir şey değil. Bu davranışların amacı kimsenin estetik duygusunu genişletmek değil, yasaklı güzellik fikrini çekici bulan insanları aşağılamak.
İkonoklazmın da ayrıca kendi tarihi var. Birkaç sene önce Cenova’daki John Calvin’s Kilisesini ziyaret ettim, kilisenin brütalist iç kısmı, bir zamanlar kiliseyi süsleyen heykellerin yıkılması suretiyle oluşturulmuştu. Ben bir katolik değilim, sadece muazzam rönesans sanatına ilgiliyim o kadar, gene de, bir zamanlar şehrin en büyük katedrali olan John Calvin’s Kilisesinde yüz yıllar önce zuhur eden o yıkıcı gücü arkada ilahi okuyan çocuklara rağmen hissetmek gerçekten hiç zor olmadı. Yazımın tonundan anlayacağınız üzere, benim için hoş bir deneyim değildi, ve oradan çıkmak için sabırsızlanıyordum.
Tahrip etmenin, bir erdem olarak ve kendini güzelliğin karşısında konumlandıracak şekilde, sistematik yapılması fikri; yani salt agresiflik ile, varolan güzellik anlayışı ve her türlü normu reddetmek, ancak yıkım/tahribatın ortaya çıkardığı enerjiyi aramak, bir püriten (protestan yobaz) ile bir punk’ı birbirinden ayıran şeydir. Punk olsa olsa yaşam enerjisinin primitif bir dışavurumuydu. Cenova’nın Kalvinist’leri ise, aynı halefleri Taliban gibi, kendi sabit erdemleri dışındaki herhangi bir deneyimi geçerli saymayarak bu yaşam enerjisini zapt etmeye uğraşan vandallardı.
Günümüzde yaşanan güzelliğe saldırı ise yine punk’tan ziyade püriten, zira bu fanatikler, kendi seküler inançları doğrultusunda yapılanları savunuyorlar. İklim aktivistleri; Monet, Klimpt, Vermeer, Picasso, Van Gogh ve diğer birçoğunun eserlerine saldırırken; Amerikadaki Afrikalı aktivistler Amerikan İç Savaşında hayatını kaybeden Konfederasyon askerlerinin barışı sembolize eden anıtlarını yıkarken, kendi nezdinde, bu eylemleri sadece bir saldırıdan ziyade “Dünyayı iklim felaketinden kurtarmak” ve de “ırkçılığa, beyaz üstünlükçülüğe karşı sürdürülen bir hayatta kalma mücadelesi “olarak görüyorlar. Aynı şekilde, spesifik olarak erkek magazinlerinin kapaklarına obez kadınları ya da transları yerleştirmek, mizojini ile mücadele veyahut trans hayatlarını kurtarmak olarak lanse edilse de yukarıda da bahsettiğim gibi asıl amaç magazinin gerçek kitlesini ve bu kitlenin ait olmak istedikleri kültürü/ dünyayı aşağılamaktan başka bir şey değil.
Güzelliğin her türlü mecrada neden bu yıkım arzusunun bir numaralı hedefi olduğunu tek bir yanıt ile cevaplamak yetersiz kalır. Ancak başlıca sebeplerin kısa bir listesini şöyle olabilir: git gide artan gelir eşitsizliğinden doğan yaygın mutsuzluk ve güçsüzlük duygusu; yeni teknolojilerin on yıl öncesiyle bile karşılaştırıldığında inanılmaz fazla insana ulaşabilmesi ve çok farklı etkileri olması; iklim krizini sona erdirerek daha iyi bir dünya kurmak ve mizojini, ırkçılık, homofobi gibi eşitsizliğin önündeki bariyerleri tamamen kaldırmak.
Daha kapsamlı ve ilginç bir cevap Rus yazar Yevgeni Zamyatin’in neredeyse bir asır önce yazdığı bilim kurgu romanı “WE” [Türkçesi: BİZ Bkz: İthaki Yay.] de bulabiliriz. WE aynı bugünün püriten aktivistleri gibi olan bir takım mühendislerin eşitlik hırsının kompleks algoritmalar tarafından sağlandığı, gelecekteki bir ütopyada geçiyor. Bir devlet matematikçisi olan D-503’ün günlüğü üzerinden anlatılan romanda, kendisine çekici gelen beyaz tenli, siyah gözlü ve siyah saçlı, I – 303 isimli bir kadına aşık olan D-503; onunla “geleneksel”, kapalı bir ilişki arzuladığı için “Tek Devletin” karşısında hain durumuna düşüyor. Zamyatin’in tümleyici (1) ütopyasında, özel hayatı tamamen yok eden gözlem araçlarına sahip olan bu “Tek Devlet”, mutluluğu hesaplayan ve “dağıtan”, yakın gelecekte, “mantığa uygun esareti” büyük ihtimalle hala vahşi bir özgürlüğe sahip, başka gezegenlerde yaşayan bilinmeyen canlılarla tanıştırmayı hedefleyen dev bir bilgisayar/ uzay aracı tarafından yönetiliyor.
Tabiatından ötürü adaletsiz ve ayrımcı olan “aşk”, “Tek Devlet” tarafından yasaklanmış durumda, ancak seks serbest. Les Sexualis’e göre devletin seks kodu şudur: Her numara istisnasız diğer her numara ile seks yapabilir.” Vatandaşlara tayın ile dağıtılan seks kuponları, iki taraf tarafından da imzalandığı zaman; kişiler (numaralar), devletin onları gözetlemeden beraber geçirebilecekleri bir “seks saati”ne hak kazanmış oluyorlar. İşte D-503 ve I-330’un aşkı bu şekilde başlıyor.
“WE”, Batıda daha çok, George Orwell’in popüler distopik kitabı “1984”ü yazarken ilham aldığı eser olarak tanınıyor. Orwell’in “WE” yorumu, İspanya iç savaşı sırasında hissetmeye başladığı, faşist ve komünist tek parti rejimlerine olan tiksintisinden oldukça etkilenmiş gibi gözüküyor. 1946’da yazdığı “WE” kritiğinde şu cümleleri kuruyor(?): “Devletin temel ilkesi, mutluluk ve özgürlüğün tezat teşkil ettiğiydi. Fakat “Tek Devlet” özgürlüğü ortadan kaldırarak mutluluk kavramını değiştirdi.”
Ancak kitabın bazı kısımları Orwell’in kafasını karıştırıyordu. Zamyatin “WE”yi yazdığı zaman, Lenin yeni ölmüştü, bu yüzden Stalin’in diktatörlüğünü öngörmüş olamazdı, zira Rusya’da, 1923’te kısmi bir barış ortamı hakimdi ve hayat git gide daha sağlam bir düzene oturuyordu. Orwell, bu nedenlerden dolayı, Zamyatin’in “WE” yi Rusya veyahut herhangi bir ülke için yazdığını değil, endüstri toplumunun geleceği hakkında yazdığına kanaat getirdi.
Orwell’in “WE”den etkilenerek 1984’ün ana temasını oluşturduğu “Mutluluk ve özgürlük” arasındaki zıtlık, Zamyatinin yorumunu eksik bırakıyor, zira Zamyatin’e göre çok daha devrimci olan ve özgürlük hissiyatının aksine diğer tüm canlılardan ayrı olarak insan tabiatında bulunan üçüncü bir boyut daha var: güzellik.
Özgürlüğü, eşitsizliğinin önündeki tüm engelleri, ve kıskançlığı ortadan kaldıran “Tek Devlet”, sonsuz mutluluğu garantilediğini varsayıyor. Bu fikre tehdit oluşturan şey; cinsel imrenme, kıskançlık ya da şehri gizlice etkileyen bir saklı elitin varlığı değil. Tek tehdit, güzellik fikrinin ta kendisi. Ana karakterimiz D-503 için; dans, matematik; aşık olduğu I-303’ün siyah gözleri ile siyah saçlarının, beyaz teniyle oluşturduğu zıtlık, bunların hepsi, üstüne hiç düşünmemiş olmasına rağmen zarif ve güzel. Güzellik, D-503’ün “Ötede daha neler olabilir” sorusunun cevabı.
Zamyatine göre, insanın sübjektif güzellik anlayışı, yararcı (ütiliter) sosyal adalet hesaplamaları ile zıt idi. Güzellik, doğasından ötürü, eşit olarak dağıtılmış değer değil, bu yüzden de aşikâr olarak adaletsiz. Bununla beraber, kendilerinin dışında, birinin veyahut bir şeyin güzel olarak değerlendirilmesi kimseden herhangi bir şey eksiltmiyor. Benim insan için veya bir parça için olan güzellik algım kendime özgü olabilir, ama yine aynı şekilde bu özgünlük, kimsenin benimle aynı bir takım şeylerden hoşlanmasının önüne geçmiyor. Güzellikten alınan zevk ne kadar eşitsiz olsa da evrensel olarak herkes için mevcut.
Zamyatin, güzelliğin insanın doğasında yatan inatçı bir güç olduğuna inanıyordu; bu inatçı güç, D-503’ün matematik problemlerine karşı duyduğu tutku ya da I-303’ün suratının güzelliği gibi, hem sabit hem de irrasyonel olan dış mutlakların varlığını sağlıyordu. Bunlar; biyolojimizde varolan, tüm insanlık olarak farkında olduğumuz, sezebildiğimiz, hissedebildiğimiz olgular idi. Sözde güç ilişkilerinin oluşturduğu, yapay bir fikir, “his” değildi. İnsan özgürlüğünün ve mantığının zıttının nihaî bir örneği olan “güzellik”, tabiatımızın ve insanlığımınızın anahtarıydı.
O halde Zamyatin’in öngörüsündeki teknolojik anlamda ileride ve en önemli değeri sapkınca bir eşitlik anlayışı olan bu topluma, yakın olduğumuzu varsayarak güzelliğin, bu yeni toplumun ideali karşısında, bir engelden başka bir şey olmadığını ve egaliter nefretin ana hedefi olacağını pek az kuşku ile söyleyebiliriz.
Yazar: David Samuels
Orijinal Link: Beauty has become our enemy
Çevirmen: @byzli2
Editör: Fahri Sağyürek