Güçlü ve Karakterli Olmak
Fort Sumter’da1 başlayan ilk çatışmalardan 10 gün sonra 3.000 kadın New York’ta toplandı. Bu toplantının amacı ise Union’ı2 kurtarmaktı.
Toplantıya başkanlık eden kişi ise Amerikan’ın tarihinde ilk kadın hekim unvanını kazanmış Elizabeth Blackwell idi. Blackwell, vatanının savaşın beraberinde getireceği kan gölü ve hastalık ile baş edecek bir tıbbi altyapısının olmadığının farkındaydı. Toplanan bu kurultay ise yaklaşan bu savaşta görev alacak Yankee3 diyarındaki çeşitli yardım derneklerinin temsilcilerini bir araya getiriyordu.
Union ordularının beklenen ihtiyaçlarını karşılamak adına New York’ta toplanmış olan kadınlar bir örgüt kurmaya karar verdi. Women’s Central Association for Relief4 ismindeki bu örgüt yaralılar için gerekli ödenekleri toplayacak ve yetiştirebildiği kadar kadın hemşire yetiştirecekti. En nihayetinde ise bu hızlı büyüyen örgüt United States Sanitary Commision5 olarak isim değişikliğine gidecek ve nüfuzlu erkek doktorları ulusal subaylar olarak bünyesine katacaktı. 1863 yılına gelindiğinde Union bazında 7.000 yerel şubesi bulunuyordu. Bu, Commison’ı, Amerikalıların o tarihe kadar kurduğu sivil dernek haline getirmişti. Bütün ülkede bu boyutta bir üye sayısına sahip olan sadece Cumhuriyetçi Parti ve Amerikan Ordusu bulunuyordu.
Federal Hükümet, Sanitary Commission’un başardığı işleri o kadar yararlı gördü ki Kongre resmi olarak bu komisyonu hükümetin adeta bir kolu gibi harekete geçmesi için yetkilendirdi, kamu fonlarıyla faaliyetlerini sübvanse etti ve Army Medical Bureau’nun6 doktorlarına Commission’ın hemşireleri ve subayları ile ortaklaşa çalışması için emir verdi. Bu durum savaşın sonuna kadar devam etti. 3.000 kadının vatanına hizmet için kendi kendine örgütlenerek verdiği uğraş Union’ı kurtarmak için kendisine düşen görevi yerine getirmişti. Onların bu hikayesini takdire şayan kılan şey ise bu kadınlarının neredeyse hiçbirinin savaştan önce küçük ölçekli kamusal veya dini görevler dışında özel bir yetkinliklerinin bulunmamasıydı. Bu birbirinden ayrılamayan yekpare vücut şuna inanıyordu: eğer her bir üyesi uyum içerisinde çalışırsa federal hükümetten daha iyi bir iş çıkartabilirlerdi. Haklılardı da.
Fakat her ne kadar günümüzde eylemleri takdire şayan gözükse de savaşın sorunlarına cevap vermek için içgüdüsel olarak bir araya gelmek on dokuzuncu yüzyıl Amerika’sı için sıradan bir durumdu. Sanitary Commission’ı bu konuda istisnai yapan şey sadece komisyonun ölçeği idi.
Sadece New York şehrinde bile, önde gelen vatandaşlar çıkan iç savaşa fazla sayıda yeni, gönüllü kurumlar inşa ederek cevap vermişti. Bu listenin içerisinde Amerikan Ordusu için Afro-Amerikan alayını silah altına alan ve teçhizatlandıran Association for Promoting Colored Volunteering7 Union’un hedefi doğrultusunda 900.000’den fazla broşür yayınlayan Loyal Publication Society8 ve Loyal League of Union Citizens9 ve birkaç bölük yetiştiren, fakir askerlerin ailelerine yardım sağlayan ve cephe yakınlardaki sabotaja uğrayan tren yollarını tamir etmek için tamir ekipleri gönderen Union Defense Committee10 bulunuyordu. Tıpkı Sanitary Commission gibi, bu son ekibin sağladığı hizmetler hükümet için o kadar yararlıydı ki bu ekip de yetkilendirilen bir yarı-hükümet kolu haline gelerek kamu fonlarına erişim sağladı ve nihayetinde New York şehrinden cepheye giden herhangi bir seyahati yetkilendirecek konuma erişti.
İç Savaş döneminin kurum inşacıları, yabancı gözlemcilerin kendilerine ait çağı Amerikan olarak tanımlayan bir mükemmeliyetçiliğin vücut bulmuş haline geldiler. 1827’de Birleşik Devletler’e göç eden yargıç Francis Lieber bu mükemmeliyetçiliğin oluşmasını Amerika’nın “Ne bürokrat sınıfı yaratacak geniş bir yetkili hiyerarşisini oluşturduğunu ne de bunu kaldırabileceğini,” belirtti. Merkezi bir bürokrat kadrosu ile yönetilen bir ülke “Belli şartlar dahilinde, her merkezi sistemin de yapabildiği gibi, oldukça kuvvetli bir duruş sergilese de bu ülkeler ne güç ne de karakter ekolü olarak gösterilebilir.”
Fakat İç Savaştan sonra bir yüzyıl bile geçmemesine rağmen Amerikan yaşamı merkeziyetçi ve mesleki bir şekilde yönetilen bürokrasiler tarafından domine edilir hale geldi. Yaşanan iki dünya savaşı ise bu yaşam biçiminin iş ve politika hayatına sirayet etmesine yol açtı sadece. Buna karşılık olarak, Amerikan nüfusu, kendi arasında organize olmaktan ziyade giderek daha da artan bir şekilde merkezi kararlar için lobicilik yapma eğilimi gösterdi. İdare bürokrasisini Amerikan yaşamıyla tanıştıranlar bu bürokratik araçların kendilerine sağlayacağı “büyük gücü” anlamıştı. Fakat bu araçlar aynı zamanda onları ilk başta bu tarz kurumları inşa etmeleri için onları yönlendiren şartları ortadan kaldırdı. On dokuzuncu yüzyıl Amerikan’ı için ilk tepki “Bu işi nasıl başarabiliriz” idi. Bürokratik labirentlerde yetişen diğerleri ise tamamen farklı bir soru sormaya alıştılar: “Yönetimi benim tarafımı desteklemeye nasıl ikna edebilirim?”
Eski “güç ve karakter ekolü” ortadan kalktı. Bu ekolü oluşturan ondokuzuncu yüzyıl yaşam biçimi artık mevcut değildi. Ama kendisinin oluşturduğu toplumsal dokunun unsurları, tanınabilir modern teknoloji ve kurum araçlarına sahip olan etkin bir toplumun nasıl oluşacağını ortaya koymuştu. Bu kültür, Sanitary Commission gibi organizasyonların öncüsü olarak, onları kuran kişilerin etkin davranışını mümkün kılmıştı. Bu unsurlardan özellikle üç tanesi göze çarpıyordu: arzulanan bir kamusal kardeşlik ideali, öz-yönetimdeki resmiyet ve disipline bağlılık, son olarak da desentralizasyon ile hiyerarşiyi birleştiren örgütsel yapılar. Bu unsurlar, gelecekte kurulacak yüksek etkinliğe ve öz-yönetime sahip kültürlerin hem kendi içinde hem de komşularında ortaya çıkarması gereken unsurlarla aynı olacaktır.
Yönetimden Önceki Dünyanın Bir Resmi
On dokuzuncu yüzyıl Avrupalıları, Birleşik Devletler’i ziyaret ettiklerinde “Amerikan medeniyeti” olarak adlandırdıkları birçok farklılıktan dolayı şaşkınlığa uğramışlardı. Onların gözünde, üst sınıf Amerikalıların gösterişleri gülünç, alt sınıf Amerikalıların davranışları ise mide bulandırıcıydı. Bu ziyaretçilerin bazıları için Amerikan hayatını farklı kılan özellik adab-ı muaşeretin pervasız bir şekilde göz ardı edilmesi, bazıları için ise kazanç uğruna gösterilen amansız mücadeleydi. Fakat her ne kadar Avrupalı ziyaretçiler Amerikalılar’ı genel olarak yabanilik ve barbarlık arasındaki riskli bir denge içerisinde resmetse de hepsi ev sahiplerine sürekli aynı iltifatı eksik etmiyordu: zorluklara karşı gösterdikleri sınırsız kendine güven ruhuna olan hayranlıkları.
Bazıları için, Amerikan iyimserliği kendini tiye alma noktasında bulunuyordu. Buna en özgün örneklerden birisi İngiliz bir deniz subayı olan Basil Hall’un Albany’den Boston’a 1827’de yaptığı yolculuğu anlatan öyküdür. Hall’un ekibi Berkshire’ın sarplık bölgesinde zorlukla yol alırken, kendisinin Amerikan eşlikçileri coşkuyla dağlardan geçen bir tren yolu inşa etme planından bahsediyorlardı. Amerikalı rehberlerinin Albany ve Boston’ı tren yolu ile bağlayacak bu “hayalperest planı” için duydukları hayranlığa burun kıvıran Hull, şunları yazmıştı:
“Bu plan için gösterilen aynı akıl yürütme Birleşik Devletler’in diğer yüzlerce başka projesine de uygulanabilirdi. Bu projelerin birçoğu da aynı şekilde hiç de elverişli olmamasına rağmen, sadece kâğıt üstünde olmasına rağmen, yine de tamamlanmış gibi düşünülüp terazinin Amerikan büyüklüğü kefesine atılırdı. Ta ki, beklenen ihtişam ile dolan bu kefe, eski Dünya’yı aşağı çekip ülkede yaşayan insanların büyük tatminini sağlayıp, konu hakkında hiçbir şey bilmeyen uzak diyarların hayranlığını kazanana kadar.”
Albany-Boston Tren Yolu bitmesinden elli sene sonra, İngiliz James Bryce Amerikalılar için hala “Günümüzde değil de gelecekte yaşıyor gibiler, ülkeyi olduğu gibi değil, ektikleri tohumların ormanlık ağaçlara büyüyeceği yirmi, elli, yüz yıl sonrası gibi görüyorlar,” şeklinde yazmıştı. Kendisiyle aynı yerden gelen James Muirhead ise Amerika’nın ruhunu “Sınır tanımayan bir büyüme ve olasıklarla dolu; kendilerindeki insan yetisine olan adeta çocuksu güven ve günümüze ve geleceğe dair korkusuzluk,” ile tanımlamıştı. Herbert Spencer için, Amerikan özgüveni fizyonomilerinden de belli oluyordu. Bir gazeteciye “Amerikalılar’ın yüzlerinde ‘yap ya da öl ifadesi’ görüyorum, bu ifade diğer herhangi bir halkın çalışma gücünü aşıyor,” şeklinde belirtmişti.
Alexis de Tocqueville, Fransız okuyucuları için hazırladığı raporlarında “Amerika’da, bireylerin özgür halde kuvvetlerini birleştirerek elde etmekte umutsuz kalacağı hiçbir şey bulunmamaktadır,” yazmıştı. Yankee etkenliği onun için bir hayranlık nesnesi haline gelmişti: “Umumi bir yolda bir engel çıkar da trafikte aksama meydana gelirse, sakinler anında konuyu görüşecek bir grup oluşturur; bu spontane birlikten ise aksaklığı giderecek yetki sahibi bir otorite ortaya çıkar ve kendilerinin kurduğu bu otoriteden önce olabilecek bir otoritenin halihazırda var olup olmadığını kimsenin düşünecek vakti bile kalmaz,” şeklinde aktarmıştı Tocqueville okurlarına. Bu Tocqueville’ın oldukça yakından tanıdığı, yerel halkın çoğu meseleyi yüksek mercilere bıraktığı, Fransız kırsalıyla derinden bir farklılık gösteriyordu.
Bu Amerikan tavırları hem kültürün hem de şartların bir ürünüydü. Yeni Dünya’nın sosyal yükümlülükleri Avrupa sahnesinde bulunanlardan en temelinde farklılık gösteriyordu. Amerikalı vatandaşlar nadiren büyük aileler halinde yaşıyordu ve oluşturdukları liderlikler kan bağı temelli bir aristokrasiden temel almıyordu. Yine aynı şekilde kendi kimlikleri ve yükümlülükleri de aşırı detaylı akrabalık bağlarına dayanmıyordu. Birleşik Devletler’e yerleşen kolonistler Avrupa’da çekirdek aileyi arzulanan bir ideal olarak gören sayılı birkaç noktadan geliyordu: İngiltere. Evliliklerini tamamladıklarında, hali vakti yerinde olan yetişkin çocuklar kendi bağımsız hanelerini kurmak için ailelerinden ayrılması beklenirdi. Bu sistemin kilit unsurları –tıpkı seçeği eşin yasal hakkını ebeveynlerin değil, çocuklara verilmesi gibi– kanun ile koruma altına alınmıştı.
Bunun sonucunda ise vatandaşlarının bel bağlayabileceği büyük bir akraba ağı bulunmayan bir ülke ortaya çıktı. Her ne kadar kan bağı ile birbirine bağlı olmasalar da insanlar meslektaşları ve tanımadıkları insanlarla hem ortak, toplumsal olarak dayatılan davranış biçimleriyle, hem de doğruyu söyleme, dürüst çaba ve adaletlilik gibi davranışları önceleyen ahlaki kurallar temelinde bir araya geldiler. Bu sistemin baskınlığı, daha kabileci arkaplandan gelen göçmenlerin Birleşik Devletler’de atadan kalma aile sistemlerini yeniden üretmelerini zorlaştırdı.
Ülkenin özellikle batı bölgelerindeki frontier11 doğası toplumsal öz yeterliliğin başka bir kaynağıydı. Federal hükümet, Kızılderili yerlilere savaş açmış olsa da öncü yerleşimci vatandaşlarının hayatına erişimi kısıtlıydı. Yerleşimciler, yerleşim alanını büyütmek için hükümet yardımına ihtiyaç duyduklarında bu hükümeti kendileri oluşturmak zorundaydılar.
İç Savaş’ın bitimi ile birleşik 48 eyaletin sonuncusu olacak Arizona’nın 1912’de eyalet statüsünü kazandığı tarihler arasında on üç yeni eyalet Union’a katılmıştı. Her yeni eyalet beraberinde düzinelerce yeni vilayet, kaza ya da şehrin ya oluşumunu ya da entegrasyonunu beraberinde getiriyordu. Bu yeni yönetim birimlerini oluşturmak demek aynı zamanda okul bölgeleri, polis güçleri ve yönetim konseyleri kurmak, sonrasında da bunları çalışanlarla doldurmak demekti. Amerika’nın yayılma hikayesi hep tren vagonları, telegraf direkleri ve tren yollarının vidalarıyla anlatılır. Kamusal toplantı salonları ve mahkeme binaları da en az bunlar kadar önemliydi.
Kamusal alanın modern anlayışında merkezi konumda olan “devlet” ve “toplum” ayrımı, bu nesildeki devlet inşacıları için pek bir anlam ifade etmiyordu. Bu yüzden de Amerikalıların yasadışı şiddete bu kadar kolaylıkla başvurmalarına şaşırmamak gerek: Bir suçluyu toplumun polis kuvvetlerine, yargıç ve jürilerine teslim etmekle kendi komşularına teslim etmek arasında esasen bir fark yoktu, çünkü bu iki grup da tamamen aynı insanlardan oluşuyordu. Yerleşimciler için, sivil oluşumlar, dini cemaatler ve hükümet organları aynı bireylerden meydana geliyor, farklılığı ise kendilerine özgü sorunları çözmek için oluşturdukları organizasyon farklılıklarında yatıyordu.
Hükümete karşı gösterilen bu tavır, frontier sürecinin sona ermesinden uzun süre sonra bile Amerikalılar tarafından devam ettirildi. Bir Chicago’lunun 1871’deki Büyük Chicago Yangını’ndan sonra kamu düzeninin tekrar sağlanması sırasında belirttiği gibi, bir hükümet faaliyetinin arkasında yasal bir otorite olup olmaması bu faaliyetin arkasında “kamu görüşünün gücü” olmasına kıyasla çok daha az önem arz ediyordu. Tıpkı United States Sanitary Commission ve Union Defense Committee of New York City’de olduğu gibi, vatandaşlar kritik sorunları ortaya çıktıkları anda çözmeye başlayabilir ve bu çözümlerin resmi hükümet tarafından da onaylanarak kullanılmaya başlanmasını daha sonra düşünebilirlerdi.
Ortaklaşa benimsenen organizasyonel araçlar Amerikalılar’ın alanlar arası organizasyonel yetkinliklerini ortaya çıkartmasına yardımcı oldu. Başarılı siyasal partiler, kardeşlik kulüpleri, işçi sendikaları, dini birlikler ve çoklu üyeliğe sahip olan bütün birlikler hep aynı şekilde oluşuyordu: her bir kategorideki en büyük organizasyon, bütün ülkeye yayılmış yerel şube ya da locaların federasyonundan meydana geliyordu. Bu “loca demokrasisinin” desantralize doğası, başta toplumsal kendi kendine yeterliliği gerekli kılan şartlar ortadan kalksa da Amerikalılar’ın otonom frontier ruhunu korumasını sağladı.
Buna ek olarak, bahsi geçen yerel şubeleri bir arada tutan ülke çapındaki hiyerarşiler ve kendilerine katılan insanlarda uyandırdıkları güçlü sadakat bağı, ülkenin büyük ölçekli siyasal ve toplumsal sonuçlarını şekillendirmelerini sağladı. Bu organizasyonlar, bir araya gelmek, anlaşmazlıklarda arabulucuk yapmak ve lider belirlemek için belli bir çerçeve üzerinde uzlaşıyordu. Parlamenter prosedürlerin kılavuzları –tıpkı Henry Martyn Robert’in 1876’daki rehberi Robert’in Düzen Kuralları gibi– hem toplumda hem de devlette müzakere süreçlerini belirleyen bir kurallar bütünü sağlıyordu.
Bu, zamanında oldukça yaygın ve iyi anlaşılan bir durumdu. Ortabatı eyaletleri çapında yüz binlerce üyesi bulunan Modern Woodmen of America12 isminde bir kardeşliğin 1894’teki bir reklamında da belirtildiği gibi yerel şubesindeki buluşmalara katılan her erkek “Cumhuriyete karşı görevlerini yerine getirmesi gereken bir vatandaş olarak daha nitelikli hale gelir!” idi çünkü “şubelerin buluşmaları kurultay müzakereleri için belirtilen kurallara uygun bir şekilde gerçekleştirilir, ayrıca şubenin iç işleriyle tanışık hale gelmek bir adamı herhangi bir toplumsal iş için yeterli hale getirirdi.” Sons of Temperance’ın13 başı da benzer bir noktaya değinir. Sons of Temperance’ın haftalık buluşmalarına katılan 250.000 genç erkeğin yalnızca itidal davasını yaymakla kalmaz, aynı zamanda da “popüler (demokratik) tartışma ve hitabet sanatında ustalaşır. Buna uygun olarak, genç erkeklerimiz, ne işi benimserlerse benimsesinler, kendilerinden beklenin de üstüne çıkarlar.”
On dokuzuncu yüzyılın ilerlemesiyle beraber Amerikalılar endüstrileşme ve şehirleşmenin ortaya çıkardığı sorunlarla git gide daha çok yüzleşmeye başlıyordu. Buna cevap olarak da bir birlik inşa çılgınlığına giriştiler. Yaldızlı Çağ’ın14 son on yıllarında kurulan kardeşlik birlikleri ve çoklu üyelikli organizasyonların sayısının bir benzeri daha yoktur. Bu kurumların birçoğu da halen Amerikan yaşamının güvenilir sütunlarındandır. NRA, American Red Cross, Salvation Army, American Bar Association, Sierra Club, 4-H, NAACP, Boy Scouts, United Way, American Legion ve ACLU15 bu dönemde kurulan organizasyonların sadece küçük bir kısmını oluşturur. Herhangi bir yılda milyonlarca insan bu tarz organizasyonlarda liderlik pozisyonlarına gelmiştir. Dolayısıyla bu kurumlar, ihtiyaç zamanında karşılanabilecek organizasyonel yetkinlik için hem bir rezerv hem de eğitim alanı olmuştur.
Bu deneyimler krizler karşısında esneklik gösterebilecek insanları yetiştirdi. Toplantıları benzer prosedürleri izleyen, üyeleri birbiriyle örtüşen ve çoğu zaman kurumları kendi eserleri olan dini, toplumsal, iş ve devlet liderleri ortak krizleri çözmek için koordine olma ya da gündelik sorunları çözmek için yeni kurumsal çözümler yaratma konusunda hiç de zorlanmadılar. İspanyol Gribinin kendi bölgelerinde ilk vakaları ortaya çıktığında yerel birlikler, eyaletler ve şehirler pandemi yardımı ve karantinaları koordine etmek için günler içerisinde kriz komisyonları organize ettiler. Bu komiteler federal hükümet tarafından değil, pandeminin yayılışından endişeli yerel liderlerin inisiyatifi ile kurulmuştu. İçlerinde ise genelde idari memurların, önde gelen iş ve din adamlarının, hastane yetkililerinin ve yerel birliklerin yüksek konseyinde bulunan liderleri bulunurdu.
Yüzyıl sonra gerçekleşen COVID-19 pandemisine kıyasla bu komitelerin oluşturulma hızı oldukça göze çarpıcı olsa da komiteleri oluşturan insanlar sıradışı herhangi bir şey gerçekleştirmemişti. Bahsi geçen liderler sadece iki sene önce savunma tahvili satmak ve cepheye adam toplamak için farklı kriz komisyonlarını başarılı bir şekilde kurup insanla donatmıştı.
Amerikalıların ondokuzuncu ve erken yirminci yüzyılda kurdukları grupların en dikkat çekici özelliği belki de sayılarına rağmen arkalarında hantal ve yönetilmesi zor kurumsal bir karmaşa bırakmamalarıydı. Bu tarz kurumlar ihtiyacını karşıladığı noktadan sonra sürdürülmedi, krizler sona erdiğinde aynı şekilde komiteler de sona erdi. Liderlerinin daha sonraki görevleri veya hedeflerine odaklanabilmeleri için dağıtıldılar. Bugünün mesleki yönetimsel ekip çağında ise, tam tersine, bir komite ya da bürokrasi oluşturmak bu yapının oluşma nedenleri ortadan kalktıktan çok daha sonra bile yaşamaya devam edeceğinin garantisini veriyor.
Hareketin Sosyal Dokusu
Boğucu menajeryalizm16 ya da kurumsal çöküşün karşısında on dokuzuncu yüzyıl gibi geçmiş dönemlerin çıktılarını yüceltmek oldukça kolaydır. Birçok insan geçmişin Amerikalı insanlarını prototipik bir sert birey olarak hayal ediyor, yabani hayata hükmeden ve sessizlik içerisinde adalet dağıtan, ne ehlilleştirilmiş ne de ehlileştirilebilen bir insan. Fakat bu yanlış bir inanış. Bu inanışın, Amerikalı ilk yerleşimcileriyle ve etkin bir kültür ortaya çıkarmak isteyen günümüz toplumlarının ihtiyacı olduğu davranış ve normlar ile pek ortak bir noktası bulunmuyor. Bunun yerine o dönemlerde kutsallaştırılan ve ritüelleştirilen asıl erkeklik göstergesi klasik çağdaki virtus (erdem) konseptiyle tıpa tıp aynı olmasa da ona benzeyen “topluma fayda” idealiydi. Amerika medeniyeti sert bireylerden ziyade sert topluluklarla kurulmuştu. Erkeklik ise bu topluluklara liderlik ve hizmet etme anlayışından geçiyordu. Bu kültürü modern menajeryalizmden ayıran ve işlevsel bir şekilde yürümesini sağlayan üç adet erdem bulunuyor.
Bunların ilki, bu kurumların bazen kutsal yeminlerle resmiyete dökülen, toplumsal bir akrabalık ve kardeşlik bağı uyandırmasıydı. Tıpkı vatandaşların cumhuriyete ya da İncil’e yemin etmeleri gibi, sosyal ve siyasi birlikler de kendi sadakat bağlarını bu derecede ciddiyetle yaklaşıyordu. Bu insanların ait olduğu kardeşlikler, federasyonlar ve hatta siyasi partiler kendi üyeleri arasında kardeşlik bağını oluşturmak için bir yandan abartılı ritüelleri, geçit törenlerini ve gösterileri benimserken bir yandan da kendilerine sosyal sorumluluklarını hatırlatıyordu. Üyeler, bu kurumlara katılmak için kendilerini hayırseverlik hayatına, toplumsal hizmete, kardeşliğe ve hısımlarının iyileşmesi için ciddiyetle yemin etmesi gerekiyordu. Liderler, bu ritüelleri geliştirmiş ve yeminlerine büyük ciddiyetle yaklaşıyorlardı. Bu durum kültürlerinin resmiyet ve ciddiyet ile işlevsel bir role kavuşmasını sağlıyordu. Çünkü, hürmetsizlik evrensel bir norm haline geldiğinde, ciddiyete dair atılan her adım eylemsel bir rol yapma oyununa doğru yozlaşıyordu.
Hürmetsizliği ile ünlü Boomer kuşağı, yeni menajeryal toplumun gölgesinde doğmuş ilk Amerikan kuşağıydı. Bununla birlikte, 1960’ların “Yeni Sol” karşı kültürü ise bürokrasinin ve riayetin zincirlerini kırmak için ortaya çıkan ilk çığırdı. Yeni Sol radikalleri, Amerikalılar’ın “kaderleriyle büyü yapan anlaşılmaz teknisyenlerin bulunduğu erişilemez kalelere” olan “şaşkınlık verici bağımlılığını” kınadılar ve “kişiliksiz, tepkisiz bürokrasiyi” “ulusumuzun en büyük sorunu” olarak belirlediler. Yine de kendilerinin etkinlik sahibi bir karşı-toplum yaratma hareketi en nihayetinde başarısızlıkla sonuçlandı.
Başarısızlıklarının merkezi bir sebebi olarak, her ne kadar “katılımcı demokrasi” söylemlerine rağmen Yeni Sol’un disiplinle, resmiyetle ve gerçek katılımcı demokrasiyi işlevsel hale getiren akla uygun tartışma ortamıyla ilgili olmamaları gösterilebilir. Rasyonelizmi ve yasaları, isyan ettikleri boğucu bürokratik yapılarla ilişkilendiren Yeni Sol radikalleri, başarılı kurum inşacılarının kendi etkinliklerini sağlamak için kullandıkları düşünsel ve organizasyonel araçlardan kendilerini kurtarmak için oldukça büyük bir çaba sarf ederken buldular. Kendini özgürleştirme sebebi, özerklik sebebi ile çatışma içine girmişti.
Bunun aksine, ondokuzncu yüzyıl, kendini yönetmenin getirdiği kişisel disipline önem veriyordu. Erdemlerinin ikincisi ise sıkı sıkıya takip edilen, bütün kurumların üyelerinin bağlı olduğu resmiyet ve prosedür prensipleriydi. Her ne kadar modern kurumlarda prosedürden bol bir şey olmasa da geçmişteki kurumların en ufak işlerde bile sadık kalıp uyduğu genel prosedür normları, kurumların sahipliğinin genel olarak herkes tarafından benimsendiği ve merkezi hale gelmediği bir kültür yaratmıştı.
Özerklik, beraberinde alelade görevler bütününe derinden bir bağlılık anlamını da getiriyordu. Toplumsal kendine yeterliliğin yürümesini sağlayan şeyler Robert’in Düzen Kurallarını okumak ya da örgüt toplantılarında yapılan bütün yorumların detaylı tutanağını tutmak gibi yavan aktivitelerden oluşuyordu. Pratik deneyimleri sayesinde, on dokuzuncu yüzyıl Amerikalıları otonomi için resmiyetin önemli bir araç olduğunun farkına vardılar. Resmi olarak sözleşme ve tüzük düzenlemek, yetkili seçimi yapmak ve sıkı prosedürlere uygun toplantılar düzenlemek zayıf derneksel bağlarına alışmış kişiler için angarya bir iş gibi görülebilir. Fakat derneklerin bu tarz resmiyetleri inandıkları davaya bir bağlılığı ifade ediyor ve etki yaratan bir hareket için gereki olan ilişkiler ağını ve sorumlukları netleştiriyordu.
Çoğunluğun oluşturduğu kurumlara yabancılaşmış olanlara öz-olumlamayı hareketin üzerinde tutmak cazip gelir. Bu tarz bir “özgürlüşme” ise acizlik için reçetedir. Kurucuların kardeşliği yalnızca ama yalnızca kurumları resmiyet disiplin ve inşa ettikleri şey için gerekli olan sorumlukların açıkça belirtildiği hatlara talebi varsa başarılı olabilir.
1960’ların karşı kültürünün farklı bir hedefi ise kurumlar içerisindeki baskıyı perçinleyen ve sürdüren öge olarak gördükleri hiyerarşiydi. Bu durum, sıklıkla, hiyerarşinin kendisine yöneltilmiş bir saldırı haline geldi. Pratikte, birçoğu egaliteryen kültürün yalnızca son derece küçük ölçekte sürdürülebilir olduğunu gördü. Bu durum ise organizasyonun ve hareketin “insan ölçeğinde” yüceltildiği güçlü bir yerelci eğilimi şekillendirdi. Endüstriyelleşme ve merkezi gücün modern eleştirileri hala bu ideolojiyi tekrarlamaya devam ediyor.
Bunun aksine, geçmiş kurumların üçüncü erdemi, yerel girişimlerin oldukça yüksek seviyelere ölçeklendirilebilmesine elveren işlevsel hiyerarşiyi benimsemesiydi. “İnsan ölçeğini” küçüklük veya yerellikle tanımlamak yanlış bir sentezdi. On dokuzuncu yüzyıl deneyimi kanıtladı ki ne hiyerarşi ne de ölçek, özü itibarıyla etkinliğe karşı bir durumdu. Savaş sonrası Amerikan hayatını domine eden birçok kurum ulusal ölçekte hareket ederek zaman zaman milyonlarca insanı kendi davaları için harekete geçirmişti. Fakat, bu kurumların sahip olduğu loca ya da şube temelli yapıları, yerel liderlerin kendi bölgelerinde oldukça geniş bir eylem alanına sahip olmasını sağladı. Yerel liderler yerel kaynaklarına güvendiklerinden bölgelerinde karşılaştıkları problemleri çözmek için çok nadiren üst kademeleri ile iletişime geçmek zorunda kaldı.
Bu şubeler, dolayısıyla, daha alt seviyedeki otonomi vasıtaları olmasının yanı sıra aynı zamanda yerel liderlerinin hiyerarşinin daha üst noktalarına geldiklerinde başarılı karar almaları için hazırlanmalarını sağladı. Ondokuzuncu yüzyıl örgütlerinin alt seviyelerinde otorite sahibi olmak, en üst kademelerinde otorite sahibi olmanın bir yansımasıydı. Bu tarz eğitimlerden yoksun olanlarda ise liderlik aşılamaz bir kapalı çember oluşturarak “insan ölçeğini” savunanları rahatsız eden duruma dönüşüyordu. Hiyerarşiden ziyade merkezileşme, yerel dinamizmin sonunu getiriyordu.
On dokuzuncu yüzyıldaki desantralize yerel liderliğe bağlılıklarını başarıyla korumuş olan birçok modern kurum –LDS kilisesi ya da A.B.D Deniz Piyade Kolordusu– oldukça ünlü katı hiyerarşilere sahiptir. Bu kurumlar hiyerarşinin en alt düzeyinde yer alan liderlerin girişimini ve bağımsız problem çözüm yeteneklerini teşvik eden kültürü ile net bir emir komuta zincirini birbirine entegre ederler. Bu kurumların liderleri büyük örgütlere liderlik etmesi için birini eğitmenin tek yolunun onlara daha küçük ölçekte kendi başlarına hareket edebilecekleri pratik kazandırmaktan geçtiğini anlarlar. Zincirin daha küçük halkasındaki insanlara hata yapma gücü sağlamak, zincirin daha büyük halkalarındaki liderlerinin bu hataların daha büyük ölçekte oluşmasını önlemelerini sağlar. Büyük dersler genelde bazı hatalardan çıkarıldığı için hasarın daha sınırlı kalması da iyidir.
Gerçek şu ki, gelişme gösteren yerel yönetimlerin emelleri aslında yerelci değildi. On dokuzuncu yüzyıl kurum-inşacıları devasa ölçekte hayal kurup bu ölçekte inşa ettiler. Diğer ülkelerdeki hırslı insanlar ise genelde küflenmiş bürokratik basamakları nasıl tırmanacağını öğrenirken kendi yeteneklerini boşa harcadılar. On dokuzuncu yüzyıl hırslı Amerikan insanının böyle bir seçeneği yoktu. Kendi büyük emellerini gerçekleştirmenin tek yolu gününün sorunlarıyla doğrudan yüzleşmekten geçiyordu. “Güç ve karakter ekolü” engin emelleri yetiştiren, şehirlerin, edebiyatın, endüstrinin ve siyasetin gelişimini körükleyen bir kültürdü.
Bu oldukça etkin dönem tarafından geliştirilen normlar, halkının son derece yüksek seviyelere sahip yetkinlikle çalışmalarını sağladı. Bunlar, hala günümüzde kurum ya da etkinlik sahibi kültürleri inşa etmek isteyenler için güçlü normlar olarak kalmaya devam ediyor. Toplum faydası, resmiyetçi disiplin ve etkinlikçi hiyerarşi bir kurum veya kültür onlara gerçekten ihtiyacı olduğunda ortaya çıkartılabilir. Savaşları kazanan, sınırları güvence altına alan ve toplumu geliştiren örgütleri kuranlar, faydalı ve hırslı hedeflerle motive oldular. Bu hedefleri gerçekleştirmek için ise bahsettiğimiz, etkili olduklarını bildikleri bu normlara ve sosyal yapılara uygun biçimde hareket ettiler. Bu tarz bir işlevsellik her ne kadar daha menajeryel bir çağda nadir olsa da ancak her daim insan iradesi ve eylemiyle peşinden gidilebilecek bir şeydir.
Yazar: Tanner Greer
Çevirmen: Kaan Türk
Editör: Fahri Sağyürek
Amerikan İç Savaşı’nın başladığı kıyı tahkimatı.
Amerikan İç Savaşı’ndaki Washington yönetimini destekleyen kuzey eyaletleri.
İç savaş sırasında Kuzeylilere verilen isim.
çev. Kadın Merkezi Yardım Derneği.
çev. Birleşik Devletler Sağlık Komisyonu.
çev. Ordu Tıp Bürosu.
çev. Renklilerin (Beyaz olmayan anlamında) Gönüllülüğünü Teşvik Etme Derneği.
çev. Sadık Neşriyat Cemiyeti.
çev. Sadık Birlik Vatandaşları Cemiyeti.
çev. Birlik Savunma Komitesi.
Avrupalı göçmenlerin Amerika’ya geldiklerinden beri yaptıkları yerleşim ve genişlemeyi tanımlar.
Amerika’nın Modern Oduncuları.
çev. İtidalin Oğulları, alkol tüketimine karşı oluşturulmuş bir dernek.
Amerika’daki 1860’lardan 1900’lerin başına kadar süren büyüme dönemine verilen isim.
çev. sırasıyla; Ulusal Silah Birliği, Amerikan Kızılhaçı, Kurtuluş Ordusu, Amerikan Barolar Birliği, Sierra Klubü, 4-H, Renkli İnsanların Gelişimi Ulusal Birliği, Amerika İzcileri, Birleşik Yol, Amerika Lejyonları ve Amerikan Sivil Özgürlükler Derneği
Bir işin en iyi şekilde ancak uzman bir idareci tarafından yapılacağını savunan görüş. Yönetimcilik.