Fütürist olmanın heyecan verici olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Onlarca yıllık durağanlıktan sonra nihayet bir şeyler oluyor. Tekrar uzaya roketler fırlatılıyor ve artık geri dönüp kuyruklarının üzerine iniş yapabiliyorlar, füzyon enerjisi yeniden ciddiye alınıyor ve birçoğumuz on yıl önce bilim kurgu olarak kabul edilecek "AI" programlarını kullanmak için her ay cüzi fiyatlar ödüyoruz.
Büyük hayaller yeniden mümkün görünmeye başladı. Güneş sistemi boyunca genişleme, uzay kolonileri, Mars'ta şehirler ve dünyanın dışında onlarca hatta yüz milyarlara ulaşan nüfus. Zaman çizelgeleri çöküyor ve ilerleme hızı katlanarak artıyor. Şu an hayatta olan yetişkinler büyük ihtimalle bütün bunların ilk aşamalarını görebilecekler.
Ancak son birkaç yıl içindeki heyecan verici teknolojik gelişmelere rağmen rahatsız edici bir şey fark etmiş olabilirsiniz: sosyal çevrenizde mevcut yetişkinlerin yerini alacak kadar bile çocuk yok. Geniş aileniz her nesil biraz daha küçülüyor ve eriyor sanki. Tam da dünyanın dışına açılmayı düşünürken, bu gezegende genişlemek için gereken sayıları bile kaybetmekteyiz.
Daha geniş çaplı bir moralsizlik, gelecekle ilgili derin ve mantıksız bir karamsarlık ya da hayatın belki de yeni nesillere aktarılmaması gereken bir yük olduğu hissini fark etmişsinizdir. Sonuçta kürek çekmek için sebep olmadığından, biz de hayatlarımızı çeşitli kaçış yolları, uyuşturucular ve elektronik bağımlılıklarla tüketebiliyoruz. Eğer her şey anlamsızsa, belki de ölene kadar mümkün olduğunca az acı çekmeli ve çok zevk almalıyız.
Böyle düşünen ne sadece sizsiniz ne de ülkeniz. Bu etki küresel ölçekte. İsrail dışında hiçbir gelişmiş ülke, mevcut nüfusunu sürdürecek kadar yerli doğuma sahip değil. İsrail bile ülkeyi kuran çekirdek nüfusunu zar zor muhafaza ediyor. Sonuç ise, hızlı bir nüfus yaşlanması ve en kötü ihtimalle her yeni neslin bir öncekinin yarısı ya da daha azı kadar olmasından kaynaklanacak bir nüfus çöküşü.
Nüfusumuz sürekli olarak yaşlanır ve küçülürse, uzay kolonileri ve fütüristik mega şehirler için çok az umut var demektir. Bu tür uzun vadeli projeler için gerekli enerji ve hırs, orta yaşlarının sonlarında ve küçülmekte olan bir konfor toplumundan gelemez. Bir şekilde kendini sürdürebilse bile, böyle bir toplumun yeniliklere atılmasını, risk almasını ve hayalindeki geleceği gerçekleştirmesini hayal etmek zor. Uzay kolonilerine gidecek olan insanlar bu gibi insanlar değil.
Muhteşem bir teknolojik geleceğe ulaşmanın önündeki en büyük bariyer ise insan doğasını, insan moral ve güdülerini anlamaktaki eksikliğimiz gibi görünüyor. Teknolojik uygarlık projesi için en kritik öneme sahip olan eğitimli, teknolojiyi kullanabilen Batılı ve Batılılaşmış nüfus şu anda geleceği görmek için hayatta kalmak istemeyen işlevsiz bir sosyal ortamın içinde kaybolmuş durumda. Bu ortam, ebeveynliği tamamen isteğe bağlı hale getirmiş olmasına rağmen çocuk yapmayı maddi olarak ödüllendirmiyor ve ebeveynlere herhangi bir sosyal saygınlık sağlamıyor, aksine daha büyük aileler kurmayı aktif olarak caydırmaya çalışıyor ve hor görüyor.
İnsanlığın evrene açılabilmesi için bu durum değişmek zorunda. Zeki, gayretli ve teknolojik olarak gelişmiş nüfusun önemli bir kısmı, şu anda yok olmalarına yol açan kültürel bağlılıklarından kopmalı. Bunun yerine, yaşamın ve üremenin devamı için enerjik bir arzuyla teknolojik yaratıcılıklarını ve yeniliklere atılma dürtülerini sentezlemenin bir yolunu bulmalılar.
Bu, "bizlerin" soyut bir kolektif olarak bir şekilde gelecekteki yaşama değer vermeye karar verdiği popüler bir kültürel hareketle gerçekleşmeyecek. Hükûmetin marjinal vergi politikaları ya da teşvikleriyle de bunu sağlayamayız. Asıl sorun, çeşitli kolları şu anda tüm dünyaya hâkim olan mevcut Batılı yaşam biçimi ve değerler evreninin temelinde yatmakta. Tek çıkış yolu, sizin ve benim gibi öncü insanların, ölmekte olan kültürel ana akımın dışında ve ona aykırı da olsa, kendi yaşamlarımızda ve sosyal çevrelerimizde bu senteze ulaşması.
Bu küçük grup girişimleri, sürdürülebilir yeni bir yaşam biçimi bulmamıza yardımcı olabilir. Ancak nihayetinde bu yaşam biçimi, teknolojik genişleme projesini sürdürmek için yeterli ekonomik ölçeğe ve jeopolitik egemenliğe sahip tüm bir toplumu canlandırmayı hedeflemeli. Yaşama, inşa etme ve yeniden üretme isteği yeniden normalleşmeli.
Modern Doğurganlığın Çakılışı
Teknolojik açıdan gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamında doğurganlık oranları, geleceği doldurmak bir yana, mevcut nüfuslarının yerini almak için bile gerekenin çok altında.
Çin'in doğurganlık oranı (bundan sonra TFR [total fertility rate] olarak anılacaktır) kadın başına 1,28 çocuk kadar az, Singapur'un 1,1 ve Güney Kore'nin 0,8 gibi fazlasıyla düşük bir seviyede olduğu tahmin edilmekte. Amerika Birleşik Devletleri (1,8) veya İtalya (1,3) gibi Batılı gelişmiş ülkeler de ikame oranının altında. Refah seviyesi önde olan İskandinav devletleri, çok yüksek yaşam kalitelerine ve sosyal yardımlarına rağmen doğurganlıkları daha yüksek değil; en verimli İskandinav devleti olan Danimarka'nın TFR'si sadece 1,671. Nüfusun asgari düzeyde yenilenmesi için gereken hız, yani ikame seviyesi ise kadın başına 2,1 çocuk.
Doğurganlıktaki bu düşüş ciddi bir nüfus yaşlanmasıyla sonuçlanıyor ve bu, toplam nüfusun endişe uyandıran bir seviyeye kadar azalmasından çok önce meydana geliyor. Mevcut tahminler gelişmiş dünyanın büyük bir bölümünde aşırı yaşlanma yaşanacağını ve toplam nüfusun büyük bir kısmının emeklilik yaşına geleceğini öngörüyor. Yaşlanma konusunda gelişmiş ülkeler arasında en iyi durumda olanı Amerika Birleşik Devletleri. Ancak ABD'de bile yaşlılar 2050 yılında nüfusun yüzde 22'sini oluşturacak. Japonya, Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde 2050 yılında toplam nüfusun yüzde 30'undan fazlasının 65 yaşın üzerinde olacağı tahmin ediliyor.
Mutlak düşüşten de öte, düşüşün aldığı şekil son derece endişelendirici. ABD Nüfus Sayım Bürosu'nun Amerikan Toplum Araştırması verilerini grafiğe döktüğümüzde, doğurganlığın bir U şekli oluşturduğunu görüyoruz. Doğurganlık çok yoksullar arasında ikame seviyelerinde iken, yıllık 50.000 doların üzerindeki gelirlerde ikame seviyesinin altına düşüyor ve üst-orta sınıfta 150.000 dolar ile 199.000 dolar arasındaki hane gelirlerinde dibi görene kadar istikrarlı bir şekilde azalıyor.
En sağlam ve güvenli durumdaki orta sınıf ya da üst-orta sınıf aileler en az sayıda çocuğa sahip. Ancak bu gruptaki aileler endüstriyel uygarlık projesinin kilit noktası; bu insanları geleneksel, eğitimli ve çalışkan insanlar olarak bir stereotip ile tanımlayabiliriz. Bu insanlar modernitenin mühendisleri ve yöneticileri, modernitenin kendisidir. Bu yüzden de düşüş özellikle toplumun en eğitimli ve üretken kesimlerinde, yani çekirdek "modernlerde" yoğunlaşıyor.
Geleceği inşa edecek olan insanlar yok oluyor ve dünyanın dört bir yanındaki toplumlar, yaşlıları rahat ettirmekten fazlasına yetecek kaynaklara ya da zindeliğe sahip olamayacak kadar yaşlanıyor. Dünya bir emeklilik gezegeni haline geliyor.
Değerlerimizin Değişimi
Dünya üzerinde var olmuş en varlıklı toplumlar neden nüfuslarını muhafaza etmek gibi en temel ve yerine getirilmesi mümkün olan bu görevi yerine getiremiyorlar? Açıklaması basit ve siz de bunun farkındasınız. İnsanlar statü ve zenginliği kovalarlar ve mevcut Batılı ya da Batılılaşmış toplumlar, çocuk sahibi olmanın karşılığında ikisini de sağlamaz.
İdeal şartlar dışında, çocuk yapma kararı hem gizli hem de açık toplumsal muhalefet biçimleriyle karşı karşıya kalıyor. Genç yaşta evlenen ve üniversite okumak yerine beş çocuk yapan kadın "çok şey kaçırmıştır". Bir apartman dairesinde ya da küçük bir evde, ranzalar ve ortak odalar ile büyük bir aile yetiştiren çiftin "yaşam kalitesi kötüdür". Ebeveynler finansal bağımsızlığa erişmemişse, pek çok yaşlı ebeveyn bile "erkenden" torun sahibi olma fikrine sıcak bakmıyor.
Hâlâ genç yaşta çocuk yapanlar, arkadaşlarından ve akrabalarından gelen olumsuz yorumların yanı sıra aile büyüklüğünü sınırlandırmaya yönelik baskılar hakkında anılarını anlatabilir. Gerçekten de dört ya da daha fazla çocuklu aileler toplum içinde sık sık rahatsız edici bakışlara ve yabancı insanların olumsuz yorumlarına maruz kalıyor. Yani bütün olarak bakıldığında çocuklar masraflı ve çoğunlukla kişinin sosyal statüsünü düşürüyor.
Anketler de çocuklarla ilgili hâkim değerlere ilişkin bu karamsar değerlendirmeyi destekliyor. Yakın zamanda Wall Street Journal tarafından ABD’de yapılan bir ankette katılımcılara, yaşam önceliklerini ortaya çıkarmak üzere tasarlanmış bir dizi soru sorulmuş. Şok edici bir şekilde çocuklar listenin en alt sıralarında yer almış.
"Değerlerin her biri sizin için şahsen ne kadar önemlidir?" sorusuna katılımcıların yüzde 94'ü "çok çalışmanın" çok veya biraz önemli olduğunu belirtirken, yüzde 90'ı bu kategoriye "parayı", yüzde 91'i "kendini gerçekleştirmeyi" ve yüzde 80'i "topluma katılımı" koymuş. Ancak sadece yüzde 65'i "çocuk sahibi olmanın" çok ya da biraz önemli olduğunu belirtmiş. Çocuk sahibi olmak, ankette "Tanrı inancı" (yüzde 65) ve "din" (yüzde 60) ile birlikte en az önem verilen değerler olarak yer almış. Katılımcıların yüzde 78'i "çocuklarımızın nesli için hayatın bizimkinden daha iyi olacağından emin olmadıklarını" belirtmiş.
Bir başka çalışma da aynı değerler sorusuna mevcut ebeveynlerin kendi çocukları için ne istedikleri yönünden yaklaşmış. Sonuçlar benzer; katılımcılar torun sahibi olmaktan ziyade çocuklarının kariyerleri ve kazançları konusunda daha fazla endişe duyuyor. Yaklaşık yüzde 90'ı "çocuklarının yetişkin olduklarında finansal bağımsız olmalarının kendileri için son derece ya da çok önemli olduğunu" belirtmiş. Yüzde 90'ı ayrıca "çocuklarının zevk aldıkları bir işleri veya kariyerleri olmasının da aynı derecede önemli olduğunu" belirtmiş.
Evlilik ve çocuklar ise tekrar önceliklerin en alt sıralarında yer almış. Sadece yüzde 20 çocuklarının bir noktada ebeveyn olmasına ve sadece yüzde 21 çocuklarının evlenmesine çok önem verdiğini belirtmiş. Hem çocuklara hem de torunlara verilen genel düşük önceliğin yanında, son araştırmalar Amerikalı yetişkinlerin yaklaşık yüzde 22'sinin hiçbir koşulda çocuk sahibi olmak istemediğini gösteriyor.
Doğurganlıktaki düşüşün özünde zenginlik ya da diğer maddi faktörlerden değil, değerler ve önceliklerden kaynaklandığına dair bir diğer güçlü gösterge de gelişmiş dünyada yaşayan bazı dini grupların çok daha yüksek doğurganlık göstermesi. İkame seviyesinde ve üzerinde doğurganlığı sürdüren bu gruplar, esasen kendi doğum yanlısı alt kültürlerini oluşturan aykırı gruplar. Bu grupların sosyal dünyalarında erken evlilik normal, büyük aileler prestijli ve çocuksuzluk bir talihsizlik olarak görülüyor.
Sadece herhangi bir dine mensup olmak ve haftalık ayinlere katılmak bile doğurganlığı yaklaşık ikame seviyesine yükseltiyor. Her hafta ayinlere katılan kadınların TFR'si 2,1 iken, kiliseye hiç gitmediğini belirten kadınların TFR'si sadece 1,3 gibi son derece düşük bir seviyede. Dolayısıyla, aynı ekonomik ve sosyal şartlarda bile, aktif dinî icraatta bulunmak, değerlerde ve sosyal çevrede bir değişiklik sağlıyor ve bu da doğurganlığı çok düşük bir seviyeden ikame seviyesine yükseltiyor.
Nispeten büyük dinî gruplar arasında Mormonlar 2,8 çocuk ile en büyük aileleri bildirirken, kadın başına 2,76 çocuk ile Müslümanlar takip ediyor. Ortodoks, Protestan ve Katolik Hıristiyanların hepsi 2,1 civarında ki bu da en azından ikame seviyesinde doğurganlık anlamına geliyor.
Doğum yanlısı tutumu daha güçlü olan küçük gruplar daha da fazla çocuğa sahip; Ultra-Ortodoks Yahudiler, büyük Batı şehirlerinin ortasında bile kadın başına 7 çocuğa varan doğum oranlarına sahip. Amişler de doğum yanlısı bir alt kültürün çarpıcı etkilerini gösteriyor. Genel olarak kırsal kesimdeki kadınların TFR'si 2.08 civarındayken, Pensilvanya’da Hollandaca konuşan ve telefon kullanmayan kadınlar 7,14 gibi inanılmaz bir rakama sahip. Bu, ABD’de yaşayan Nijer'den daha yüksek.
Her şeyi bir araya getirdiğimizde, çoğu Amerikalının kariyer, para ve kendini gerçekleştirme gibi değerlere çocuk ve torun sahibi olmaktan daha fazla öncelik verdiği görülüyor. Sorunu çeşitli ekonomik zorlukların bir sonucu olarak göstermek yaygın olsa da bu saçma çünkü aileye öncelik veren ve Amerikan ekonomisinde büyük aileler kurabilen birçok çeşitli dinî grup gözlemleyebiliyoruz. Bunu yapabiliyorlar çünkü bunu kendileri istiyorlar ve onlara kendi toplulukları içinde statü kazandırıyor.
Ulusal düzeydeki veriler, doğurganlıktaki düşüşün; yüksek konut fiyatları, yeterince iş olmaması, göçmen baskısı, sosyal yardım eksikliği veya diğer çeşitli özel kültürel veya ırksal faktörlerden kaynaklandığı yönündeki yaygın açıklamaları da çürütüyor. Çin, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri ve Finlandiya'nın yüksek maddi gelişim düzeyi ve düşük doğum oranları dışında birbirleriyle çok az ortak noktası var. Aksine Finlandiya, Singapur ve Güney Kore'de görüldüğü üzere, daha yüksek yaşam standardı ve daha güvenli, istikrarlı ve homojen bir toplum, sorunu daha da kötüleştiriyor.
Göç Bir Çözüm Değil
Bugüne kadar nüfus sorununa önerilen olağan çözüm kitlesel göç gibi görünse de bu birçok nedenden dolayı savunulamaz bir durum.
Göçmenler Batı toplumuna asimile olduktan sonra genellikle yüksek doğurganlıklarını korumuyor. Asimile oldukları ve çalışan vatandaşlara dönüştükleri anda, kendileri de azalmaya başlıyorlar. Göçmen doğurganlığı, yerli Amerikalılardan bile daha hızlı düşüyor: "2008'de göçmen kadınların TFR'si 2,75 çocuktu; 2019'da 2,02'ye düştü –0,73 çocukluk bir düşüş. Yerli doğumlu kadınlarda ise bu oran 2,07'den 1,69'a düşerek 0,38 çocuk azalmıştır."
Göçmen doğurganlığının yerlilerinkine yakınsama eğilimi, sürekli yeni birinci nesil, Batılılaşmamış göçmen akışını gerektiriyor. Bu göçmenler doğaları gereği endüstriyelleşmiş bir ekonomide işçi olarak yerlerini almaya hazır değiller. Ülkeler modernleştikten sonra hızla fazla nüfus üretmeyi bıraktığından dolayı en gelişmiş ülkeler özellikle dünyanın en az gelişmiş, en az Batılılaşmış ve en az okuryazar toplumlarından göç alırlar.
Örneğin, yirminci yüzyılın başlarında ABD, İtalya'dan kitlesel göçe izin verdi. 1900 yılında İtalya'da günümüz Mozambik'ine yakın 4,6'lık bir doğurganlık oranı vardı. Bugün İtalya tamamen modern bir ülke ve doğurganlık oranı 1,3. İtalya, göçmen ihraç etmek bir yana, mevcut nüfusunu bile koruyamıyor.
Gelişme ve Batılılaşma devam ettikçe, düşük doğurganlık sürekli olarak azalıyor. Örneğin İran'ın mevcut doğurganlık oranının kadın başına 1,6 çocuk gibi düşük bir seviyede olduğu tahmin ediliyor. Küba da 1,6 gibi ikamenin altında bir orana sahip. Trinidad ve Tobago gibi Karayip ülkeleri 1,7, El Salvador ise 1,8 civarında. Meksika (1,9) veya Hindistan (2,05) gibi başlıca göçmen kaynağı ülkeler bile ikame oranının altında ve düşmeye devam ediyor.
Önümüzdeki 50 yıl içinde, kitlesel göçün tek kaynağı, toplam doğurganlık oranını hala ikamenin belirgin bir şekilde üzerinde tutan ülkeler olacak. Sahra Altı Afrika dışında bu liste kısa ve Afganistan (3,9), Yemen (3,5), Irak (3,5), Pakistan (3,5), Tacikistan (3,4), Filistin (3,4) ve Mısır'ı (2,9) içeriyor. Afrika'da ise listede Nijer (6,6), Somali (5,7), Kongo Demokratik Cumhuriyeti (5,5), Mali (5,5), Çad (5,4) ve Angola (5,2) gibi ülkeler yer alıyor.
Sadece dünyanın en az gelişmiş ülkelerinden yeni işçiler kitlesel olarak ithal edilip kurucu nüfuslarının durmaksızın azalmasına izin verilirken, endüstriyel uygarlığın mevcut haliyle sonsuza kadar sürdürülebileceğini varsaymak pervasızlık. Bu tür gelişmekte olan ülkelerin gerçekten de süresiz olarak çok sayıda göçmen üretmeye devam edeceğinin de bir garantisi yok. Bugüne kadarki örüntü, modernleşmenin herkesin tahmin ettiğinden daha hızlı ve daha uzağa yayıldığı ve en beklenmedik yerlerde doğum oranlarını azaltma becerisini gösterdiği yönünde oldu.
Endüstriyel Bir Natalizm
Derin bir paradoksla karşı karşıyayız. Kendi evladını yiyen antik tanrı Kronos gibi, günümüz endüstriyel modernitesi de kendi işleyişini sağlayan ve en merkezinde olan insanları tüketmeye olağanüstü bir eğilim gösteriyor. Modernite kendi çocuklarını yiyor, gerek öz gerek evlatlık, hem kendi topraklarında hem de yayıldığı her yerde. Artık modernite kendi kendini sınırlayan bir süreç haline geldi.
Teknolojik evrim bir kuantum sıçramasına hazırlanırken, bu harikaları üreten aynı sistem, önemli insan sermayesini fırında çıra yakar gibi yakıyor. Endüstriyel toplum, orijinal nüfusunun aşırı yaşlandığı, küçüldüğü ve çoğunlukla bittiği bir duruma doğru evriliyor. Geriye kalanlar ise ışıkların bir süre daha sönmemesi için ve bir nebze konfor sağlamak amacıyla, geriye kalan az gelişmiş bölgelerden işgücü ithal etmek ve yönetmekle giderek daha fazla ilgileniyor.
Bu çöküş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, insanlığın kendisi devam edecek. Hem Batı içinde hem de dışında, modernleşmenin en sürdürülemez yönlerine karşı halihazırda ideolojik direnç gösteren gruplar var. Ancak bu, uzun vadeli bir seçilim etkisine işaret ediyor: bu gidişle teknolojik uygarlık projesine en bağlı ve uyumlu gruplar hızla azalırken, bunu reddeden gruplar nüfus içindeki paylarını gittikçe arttırıyor. Bu dirençli gruplar baskın hale geldikçe, demografik düşüşe neden olan endüstriyel modernitenin kendisi de baskın olmaktan çıkacak. Hem zaferleri hem de zararları tarihe karışacak.
Olağan sonuç, modernitenin kendi kendini tükettiği bir sonuç. Bazı insanlar bunu memnuniyetle karşılayabilir. Her şeyin sona erdiğini görmek ve güneşin sonsuz döngüsüne, kas ve terle ayakta tutulan tarımsal uygarlığa dönmek ya da başka bir post-endüstriyel çöküş görmek isteyebilirler. Kendi ölümlerinden sonra olacakları hiç umursamayabilirler bile.
Ancak bazılarımız teknik modernitenin devamını tarihte gerçekten yeni bir şey olarak görmek istiyor. Teknolojik uygarlığın tam potansiyeline ulaşma olasılığının daha büyük bir kaderi var ve bu da tüm toplumun yoğun çabasını hak eden bir görev. Önümüzde daha önce hiç gerçekleşme şansı bulamamış harika –ya da en azından enteresan– imkanlar var. Bu geleceğin nelere varabileceğini görmek istiyoruz ve daha da önemlisi çocuklarımızın da bu geleceğe katılmasını ve katkıda bulunmasını istiyoruz.
On yıllardır kıyamet ve distopya kehanetlerine doyduk. Soğuk Savaş'ın nükleer tehdidinden ve 1970'lerin "nüfus bombasından”, "petrolün zirve noktasına", iklim değişikliğinden yapay zekânın gelecekte dünyada cehennemi yaşatacağı iddialarına kadar, geleceğe dair kötümser öngörüler sürekli gündemi işgal etti. Maddi felaketlere ilişkin bu tahminler genellikle abartılıdır, sistemin uyum sağlama yeteneğini hafife alır ve geriye dönüp bakıldığında sürekli olarak yanlış oldukları kanıtlanmıştır.
Ancak gelecekle olan ilişkimiz hakkında ima ettikleri şey de değinilmeye değer. Olağan geleceğin ivmelendirmeci bir kıyamet veya distopya olduğunu ve iyi bir dünya elde etmenin tek yolunun inşa etmekten, yeniden üretmekten ve gereğinden fazla yaşam enerjisinden kaçınmak olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüşlere göre tek yapmamız gereken faal olmaktan vazgeçmek. Bu tür görüşlerin hâkim olduğu on yıllar ve demografik yapılarda aynı zamanda doğurganlığın çakılması şaşırtmıyor.
Ancak gerçeklik, insan failliğine ilişkin bu karamsar görüşlerin tam tersi: uygarlık sonrası sefalete doğru kötümser çöküş; kimsenin inşa etmeye, üremeye ya da savaşmaya zahmet etmediği olağan gelecektir. Alışkanlıklarımızın dışına çıkarak fedakârlık yapmamızı, yaşam tarzlarımızı değiştirmemizi ve irade geliştirmemizi gerektiren şey, yayılmacı teknolojik uygarlığın bu büyük hayalidir.
İnsanoğlu seks ve ebeveynlik için biyolojik bir içgüdüye sahip, ancak görünüşe göre üreme için o kadar da değil. Seksin üreme ile bağlantısı koparılabildiği ve öyle de olduğu için ve ebeveynlik içgüdüsü, köpekler gibi çocuğun yerini alan şeylere yöneltilebildiği için, gelişmiş bir uygarlıkta üreme meselesi nihayetinde ideolojik bir meseledir. Yaşamaya ve inşa etmeye devam etme zorunluluğu, endüstriyel uygarlığın çekirdek demografisinin önemli bir kısmı için, güçlü ideolojik ve dinî bağlılıklarla motive olan bir yaşam biçimi haline gelmeli. Aksi takdirde, aşina olduğumuz uygarlık sona erecek.
Psikologlar bazen modern Batılılaşmış toplumların temel nüfusunu "WEIRDs" (“TUHAFlar”) olarak adlandırıyor. Batılı, eğitimli, endüstriyel, zengin ve demokratik (Western, Educated, Industrial, Rich, Democratic). Uygarlığı ayakta tutanlar açıkça WEIRD’lar. Ancak demografik yok oluş baskısının yükünü de çoğunlukla onlar taşıyor. Teknolojik uygarlığın büyük misyonunu sürdürebilmesi için bu WEIRD’ların davranışlarını değiştirerek sürdürülebilir bir şekilde doğurgan, hatta yeniden baskın ve yayılmacı hale gelmeleri gerekiyor.
Neyse ki, WEIRD toplumunun tamamı aynı değil. Çocuk yapmayı ve aile yaşamını destekleyen bir sosyal doku oluşturarak, üremeye karşı baskıya direnen birçok grubu da içinde barındırıyor. Doğurganlığın üst orta sınıfta dibe vurduğunu gösteren aynı veri seti, gelir dağılımının en sağında çok daha farklı bir etki gösteriyor.
Bulguya göre yıllık geliri bir milyon doların üzerinde olan sayılı hane, yani finansal üst sınıf, en az 2,3'lük bir TFR oranına sahip. Bu oran diğer tüm gelir gruplarından daha yüksek. Bu grubun kadınlarının, orta sınıftaki mevkidaşlarına karşılıkla işgücünden ayrılması ve ailevi desteğin yerine geçmesi için dadılar ve özel öğretmenler gibi kişilerden hizmet almaları daha olası. Bu akım Amerikan siyasi elitinin önde gelen üyelerini de kapsıyor: Kaliforniya valisi Gavin Newsom ve eşinin dört çocuğu var, Temsilciler Meclisi Üyesi Nancy Pelosi ve eşinin de beş çocuğu var.
Ancak bu yine de yetersiz. Endüstriyel doğurganlık çelişkisini çözen ve uygarlığın belkemiği olan orta sınıfın erişebileceği farklı bir yaşam biçimi icat etmemişler. Bunun yerine sorunu parayla çözüyor gibi görünüyorlar. Yine de yüksek doğurganlıkları en azından ideolojik bir yaşama isteğini kanıtlıyor ve bu yaşam tarzı erişilebilir hale getirilebilirse daha da yaygınlaştırılabilir. Demografik krizi doğrudan etkileyemeyecek kadar az sayıda olmalarına rağmen, halkın tutkularını şekillendirmede muazzam bir değere sahip olabilirler.
Yüksek doğurganlık gösteren diğer gruplar, kültürel açıdan daha özerk olmayı tercih ediyor ve bunu da Mormonlar, Ortodoks Yahudiler veya geleneksel Katolikler gibi yoğun dindarlıkları ile yapıyorlar. Bu gruplar da maddi katkıları ve kariyerleri açısından aynı şekilde teknolojik uygarlığa ait. Amişlerin sert ayrılıkçılığını uygulamıyorlar da WEIRD ana akımından ideolojik ve kültürel egemenlik yoluyla daha yumuşak bir ayrılıkçılık gösteriyorlar.
Bu gruplardan alınacak en önemli ders, bir yandan modernleşmiş ekonomiye katılımı sürdürürken, diğer yandan ana akım toplumun özellikle işlevsiz ideolojik ve sosyal unsurlarından kopmanın şaşırtıcı derecede kolay olduğu. Modernitede hayatta kalmak için müzelerde gördüğümüz, on sekizinci yüzyıldan kalma bir hayat tarzını benimsememize gerek yok. Sadece yüksek doğurganlığa sahip bir yaşamı hem erişilebilir hem de arzu edilir kılan sosyal kurumları ve ideolojiyi sürdürmemiz yeterli. Şu anda bunun için sadece ana akımından ideolojik bağımsızlık gerekiyor. Daha sağlıklı bir ana akım dahilinde buna bile gerek kalmayabilir.
Bu mümkün çünkü sağlıklı bir sosyal doku aşırı merkezci değildir. Katılımcılarının ihtiyaçlarına göre kendi kendini yöneten birçok farklı alan ve kurumdan oluşur. Çocuk yetiştirme, derin teknik çalışma, maddi destek veya aşkın dinî deneyim gibi önemli bir uygulama üzerinde çalışan insan grupları arasında bağlar kurmak zor değil.
Kültürel ana akım, değerli bir hizmetten ziyade, çoğunlukla sağlıklı sosyal doku üzerinde yağmacı bir talep olarak varlığını sürdürmekte. Zor olan, patolojik ideolojilerinden kaçınmak için ana akımdan yeterince ayrı kalabilmek. Bunun bedeli ise çoğunlukla işlevsiz ana akımın saldırganlığından korunmak. Dinî çerçeveler tarafından sağlanan bu ideolojik egemenliğin bedelinde bazı ölçek ekonomileri var, ancak pratikte bunlar karşılanabilir.
Aynı şekilde WEIRD nüfusunu işlevsiz ana akımdan uzaklaştırmak için öncelikle bu nüfusun ana akım emek seferberliği sistemine olan bağımlılıklarını ve faydalarını aşarak yeniden oluşmaları gerekir. Şu anda durum böyle değil. Saygın WEIRD orta ve üst-orta sınıfı; üniversiteleri, prestijli işleri ve bağlantıları, ana akım ekonomik sistem içerisindeki bireysel özerklikleri ve finansal başarıları ile tanınıp değerlendiriliyor ve kendilerini de aynı şeylerle tanımlıyorlar. Arzuladıkları ve uğruna rekabet ettikleri şeyler bunlar olduğu için ve bunların hepsi de sağlıklı sosyal doku ve yeniden üretim ile kısmen de olsa çeliştiği için, WEIRD'ların demografik olarak silinip gidiyor olması şaşırtıcı değil.
Dinî gruplar daha sağlıklı bir demografik prognoza, sahip çünkü sağlıklı sosyal doku ve üreme ile sert bir rekabete girmeyen farklı başarı standartları var. Medeniyetin belkemiği WEIRD’ların da hayatta kalabilmek için ana akım kurumlara yapılan aşırı yatırıma bu kadar sıkı sıkıya bağlı olmayan bir saygınlık standardına ihtiyacı var. Bununla birlikte teknolojik uygarlığa katkıda bulunmak için hâlâ gerçek kalite ve yetenek için yüksek standartlarını korumaları gerekir, bu nedenle bu arzulardan öylece vazgeçmek de işe yaramaz.
Mevcut özgeçmiş yığınları, mobilizasyonu ve sisteme faydayı temsil ediyor ancak bunun altında bu ölçütlerde başarılı olanları bu kadar değerli kılan gerçek özellikler, davranışlar ve kültür de yatıyor. Eğitimin başlangıçtaki amacı diplomalar değil, derin okuryazarlık kültürünü ve insan bilgisinin en ileri noktasıyla etkileşimini sağlamaktı ve diplomalar medeniyete katkıda bulunmak için gereken nispeten yüksek zekâ, çalışkanlık ve yaratıcılığın bir tescili. Finansal başarı, etkin bir şekilde değer üretme ve sermaye yatırımlarını yönetme becerisinin tescili. Etkileyici kurumlarla olan ilişkiler, etkileyici işler yapabilme becerisinin tescili. Bu özelliklerin hepsi daha doğrudan ve etkin bir şekilde saygı ile ödüllendirilebilir ve sadece bireyler yerine ailelerin bütünü içinde değerlendirilebilir.
Buna ek olarak Batılı orta sınıflar, özellikle de Amerika'da, kurumsal katılımda yüksek bir temsiliyet sergilemişlerdir. Kulüplere, kiliselere, veli-öğretmen konferanslarına, ev sahipleri birliklerine, komitelere ve siyasi partilere milyonlar halinde katılanlar tarihte hep bu grup olmuştur. Bu, WEIRD'ların "demokratik" yönü tarafından gönülsüzce de olsa temsil edilen önemli bir erdem. Amerikan "loca demokrasisinin" ölümü, orta sınıfın çöküşünün en çok tartışılan kültürel sonuçlarından biri. Ancak bugün bir kaya tırmanışı salonuna, bir hackerspace salonuna, bir şirkete ya da bir şehir kilisesine giderseniz bunları oluşturanların hala bu nüfus olduğunu görürsünüz.
Sosyal dokunun zor kısmı, dokunun bu insanlara ve onların biyolojik çıkarlarına hizmet etmesini sağlamak. Gönülsüz katılımcılar için dağınık projeler değil, biyolojik olarak sağlıklı endüstriyel kültürün koordineli bir öncüsünü hedeflemeli.
Kültürden Devlete
Şu anda uygun eylem alanı sosyal doku olsa da bu, çözümün ana akım toplumdan kaçmak için post-WEIRD bir doğurganlık gettosu inşa etmek olduğu anlamına gelmiyor. Teknolojik uygarlık, demografik tabanının sadece yeniden büyümesine değil, aynı zamanda kendine güvenen ve politik olarak bilinçli hale gelmesine de ihtiyaç duyuyor. Demografik kalkınma ve sosyal olarak sürdürülebilir bir teknolojik uygarlığa geçiş, çekirdek bir öncü grupla başlayacak, ancak bu öncü grubun etkisini aşamalı olarak hegemonya noktasına kadar arttırması gerekecek.
Endüstriyel toplum daha önce de üreme karşıtı ideolojilere kapılmıştı. Akıl almaz bir şekilde son 150 yılın büyük bir kısmı üremenin aslında çok yüksek olduğu endişesiyle geçti. Viktorya dönemi Malthusçuları ve aşırı nüfustan dem vuran kıyamet tellalları, herhangi bir endüstriyel doğum uzmanından daha çok tanınan figürlerdi. Ancak bu durum 20. yüzyılın ilk yarısında, gelişmiş dünyanın dört bir yanındaki hükümetlerin savaş zamanı ve savaş sonrası yapılanmada çekirdek aileyi teşvik etmesiyle değişti.
Yirminci yüzyılın başlarındaki her büyük ideoloji benzer projelere girişti: liberal Amerika, İmparatorluk Japonya'sı, Sovyet Rusya, Üçüncü Reich ve demokratik Batı Almanya aile yaşamını arzu edilesi, neşeli ve erdemli bir şey olarak yüceltti. Medyada, okul müfredatında vs. istek uyandıracak şekilde yansıtılan norm, birkaç öz çocuğu olan evli aileydi. Tüm bu endüstriyel toplumlarda doğurganlık oranları yaklaşık bir ya da iki nesil boyunca artış gösterdi ve bu genel eğilim 1960'lara kadar sürdü. Fakat politik ve ekonomik koşullar değiştikçe bu siyasi irade kırıldı ve endüstriyel çöküş ile üreme karşıtı ideolojiler hâkim olmaya başladı.
Teknolojik uygarlık olasılığını güvence altına almak için, endüstriyel belkemiği post-WEIRD nüfus adına kendini açıkça ortaya koyan bir siyasi gündemi benimsememiz gerekiyor. Endüstriyel toplum merkezileşmiş ve karmaşık bir durumda, bu da denge için verilmesi gereken bu tür ödünlerin nihayetinde devlet meselesi olduğu anlamına geliyor.
Örneğin bu çıkarlara dayalı sosyal refah programları, zenginliği gençlerden yaşlılara yeniden dağıtmak yerine ileri uygarlığı destekleyecek özelliklere sahip genç ailelere zenginlik, saygınlık ve güç aktarmalı ve onların daha fazla harcanabilir gelire sahip olma eğiliminde olan çocuksuz veya yaşlı bireylere karşı ekonomik ve sosyal olarak rekabet edebilmelerine yardımcı olmalı. Bu aynı zamanda teknolojik uygarlığın uzun vadeli çıkarlarını da güvence altına alır çünkü çekirdek demografik yapısının üremeye devam etmesi, teknolojik uygarlığın sağlıklı bir geleceği olabilmesinin tek yolu.
WEIRD'ların demografik rönesansı, tatmin edici bir yaşamın neler gerektirdiğine dair de tamamen farklı referans noktalarını içinde barındırıyor. Üreme karşıtı normların temelini oluşturan, çocuk doğurma ve aile hayatına ilişkin popüler anlatılar ve varsayımlar çoğunlukla yanlış. Doğumun olağan riskleri kontrol altında tutulabilir seviyede ve çocukların gerçek maliyeti oldukça düşük –mevcut saygınlık standartlarına ayak uydurmak için ebeveynlerin gösterişli tüketiminin maliyeti değil. Enerjik yirmili yaşlarda, çocuklarla diğer uğraşları bir araya getirmek, otuzlu yaşların sonlarına ya da ötesine kıyasla çok daha kolay.
Ancak çoğu insan çocuk yapma kararını teorilere ya da argümanlara dayanarak vermiyor. Etraflarındaki arkadaşları, akrabaları ve rol modelleri de mutlu bir şekilde çocuk yetiştirdiği için buna karar veriyorlar. Aslında çocuk yetiştirmek için illa bir köye gerek yok; ancak hepsi çocuk yetiştiren insanlardan oluşan bir köy, gerek moral için gerek peşinden gidilmeye değer şeylerin neler olduğuna dair varsayımlar için harika sonuçlar verir. Sosyal doku, daha çoğumuzun bu şekilde yaşamasını mümkün kılmak konusunda çok başarılı, ancak bu mantığın vergi kanunlarına, politik ekonomiye, eğitim ve miras yasalarına vs. yansıması için nihayetinde devlet gücü gerekli.
Gelecek nesilleri doğrudan yetiştirerek, soyut ve maddi karşılığı olmayan gelişme terimleriyle düşünmeyi bırakma eğiliminde oluruz. Hiç kimse sadece kendiliğinden gelen kronolojik bir gelecek için büyük işler yapmaya motive olmamıştır. İlk yerleşimcileri, “Yeni Dünya” dedikleri Amerika kıtasına ulaştıklarında, "gelecek" için gelmemişlerdi, amaçları çocuklarını hayallerindeki şehirleri inşa etmek üzere yetiştirmekti.
Yirminci yüzyıl bu tür bir biyo-tarihsel bilinci bastırdı ve bunun bedelini durağanlık ve gerileme olarak ödedi. Amerika'da şu anda tasavvur edildiği şekliyle çekirdek ailede, genç ve orta yaşlarda ebeveynlik yapmak yerini keyifli, yüksek tüketimli bir emekliliğe, sıkı bir çalışma hayatı karşılığında hak edilmiş bir "ödüle" bırakıyor. Ancak bu sadece tüketim ödülleri için aile yaşamından ödün vermeyi pekiştiriyor.
Endüstriyel kültür ile biyolojik yaşam arasındaki sentezi ancak bu ödünleri reddederek tamamlayabilirsiniz. Gelecek için yapabileceğiniz en önemli şey, kendi çocuklarınıza ve torunlarınıza ve çevrenizdeki gelecek nesillere karşı aktif ve sürekli bir maddi görev duygusu geliştirmek ve onları büyük teknolojik uygarlık projesine katkıda bulunacak şekilde yetiştirmek. Geliştirebileceğiniz tek gelecek, kendi halkınızın gelecek nesillerinde somutlaşacak olan gelecektir.
Uygarlık için gerekli olan bilinç, mecburen en yüksek değeri çocuklara ve gençlere verir. Fiziksel varlığımızı ve gelişimimizi en uzak geleceğe kadar sürdürmeyi, özellikle uygarlığınızın temsil ettiği büyük başarı uğruna yüceltiyorsunuz. Bu geleceğe yönelik en somut ve baskın tehdit ise özellikle en üretken ve ileri uluslarda, endüstriyel nüfusları fiilen sürdürmek için gereken irade ve sosyal yapıların yaygın ve yoğun bir şekilde kaybedilmesi.
Şu an bile rotayı değiştirmek için zaman hızla tükeniyor, ancak aramızdan endüstri ve ailenin yeni bir sentezini oluşturmak için bu sürekli düşüşten kurtulanlar, teknolojik uygarlığın geleceği olacak.
Yazar: Adam Van Buskirk
Kaynak: Industrial Civilization Needs a Biological Future
Çeviri: Bilal Şahinoğlu
Editör: Fahri Sağyürek
Türkiye ise bu değer TÜİK tarafından 1,7 olarak ölçülmüş. –Ç.N.