Aşağıda gösterilen üç kardeş İsrail’in elit özel keşif birimi Sayeret Matkal’ın üyeleri. Bu birimin birçok üyesi zamanla İsrail’de siyasete atılmıştır (başbakanlar, savunma bakanları, Knesset üyeleri vb.). Ortaki kardeş en büyükleri. Başarısız bir tank tümenini Golan Tepeleri’nin önde gelen birimlerden birine dönüştürmeyi başaran bu adam 1976 yılında Entebbe Operasyonunda İsrailli hücum timine liderlik ederken öldü.
Operasyondan önceki olayları o zamanlar haberleri takip eden herkes biliyordu: bir uçak kaçırılmıştı, fidye istendi, pazarlıklar başladı. Yine de ince ayrıntıları hatırlamakta fayda var. 27 Haziran 1976, 139 numaralı Air France uçağı 246 yolcu ve 12 kişilik mürettebat ile Tel Aviv’den ayrıldı. Uçak Yunanistan Atina’ya indiğinde elli sekiz yolcu daha aldı ve bunların dördü uçağı kaçıracaktı. Uçak Paris’e doğru yola çıktı ancak kısa bir süre sonra Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesinden iki Filistinli ve iki Alman tarafından ele geçirildi. Rota derhal Bingazi Libya olarak değiştirildi.
Uçak yakıt ikmal ederken yedi saat boyunca Bingazi’de bekledi ve bu süre içerisinde korsanlar olayın stresinden çocuğunu düşürdüğünü iddia eden hamile bir rehineyi serbest bıraktı. Kısa bir süre sonra ise Bingazi’den ayrılarak asıl istikameti olan, Güney Uganda’daki Entebbe Havalimanına doğru tekrar yola çıktı. Vardıklarında korsanlar dört arkadaşları tarafından karşılandılar ve Ugandalı diktatör İdi Amin’in kuvvetleri tarafından desteklendiler. Bu andan itibaren İsrail hükûmetine taleplerini iletmeye başladılar. Ancak hiçbir şey işe yaramadı ve nihayetinde İsrail rehineleri güç kullanarak kurtarmak zorunda kaldı.
İsraillilerin Kenya hava sahasında uçaklarına yakıt ikmali yapabilmek için izin almalarının ardından operasyon başladı. Hücum timi Şarm El-Şeyh’den yola çıktı ve Kızıl Deniz’i aştıktan sonra Etiyopya ve Kenya üzerinden geçtiler. Yakıt ikmalinden sonra Entebbe’ye doğru devam ettiler ve saat 23:00 sularında iniş yaptılar. Tim, İdi Amin’in gösterişçi biri olduğunu ve Land Rover’lar tarafından çevrelenen Mercedes’i ile dolaştığını biliyordu. Bu yüzden yanlarında siyah bir Mercedes ve Land Rover’lar getirdiler. Bunlarla kontrol noktalarından kolayca geçebileceklerini umuyorlardı. Ancak işe yaramadı: ilk kontrol noktasına ulaştıklarında orada konuşlanmış Ugandalı nöbetçiler şüphelendiler çünkü İdi Amin yakın zamanda beyaz bir Mercedes almıştı. Durdurulup kenara çekildikten sonra İsrailli komandolar nöbetçileri susturuculu tabancalar ile vurdular. Komandolardan biri ise aceleci davrandı ve susturucusuz bir otomatik tüfek ile ateş açtı. Tim planlarında değişikliğe gitmek zorundaydı.
Komandolar koşarak ve hem İngilizce hem de İbranice “Yerde kalın! Biz İsrail askerleriyiz!” diye bağırarak terminale girdiler. İki İsrailli rehine ayağa kalktı ve yerde kalmaları söylendiği için komandolar tarafında korsan sanılarak vuruldular. Korsanlar İsrail komandolarına ateş açtıktan sonra bir diğer rehine çapraz ateşe yakalandı.
Alman korsanlardan birini bertaraf ettikten sonra komandolar rehinelere ulaşarak “Diğerleri nerede?” diye bağırdılar. Rehineler elleriyle işaret ettikten sonra komandalar o yöne el bombaları attıktan sonra giriş yaparak geriye kalan korsanları öldürdüler. Artık tahliye sorununu çözmeleri gerekiyordu.
İsraillilerin yanlarında getirdiği C-130 Hercules uçakları asfalt pist üzerinde konuşlanmıştı ve birkaç zırhlı personel taşıyıcı indirilmişti. Bir yandan da İsrailliler peşlerinden havalanmamaları için yakındaki Uganda MIG’lerini imha etmişlerdi. Tim rehineleri uçaklara doğru getirirken Uganda askerleri kaçmakta olan İsraillilere kontrol kulesinden ateş etmeye başladı. Komandolar Ungandalıların ateşini RPG’ler ve makineli tüfeklerle bastırdılar ve nihayet havalimanındaki 106 rehinenin 102’sini kurtarabildiler. Kurtulan rehinelerden 10’u ve komandoların 5’i çatışmada yaralandı, karşı tarafta ise 7 korsan ile 45 Uganda askeri öldürüldü ve on bir ila otuz adet Uganda uçağı imha edildi. İsrailli komandolar yalnızca bir zayiat verdi: yazının başındaki fotoğrafta, ortadaki genç adam.
Maktulün çocuğu yoktu ancak geride iki erkek kardeşini bıraktı. Bunlardan ilki başarılı bir radyolog ve oyun yazarı, diğeri ise İsrail’in başbakanı olacaktı. Onun adı Yonatan Netanyahu idi, kardeşleri ise Iddo ve Binyamin.
Bu üç kardeşin her biri oldukça başarılı insanlardı ve Yonatan bu üçün en akıllısı olarak görülüyordu. Hayatı böyle aniden ve anlamsızca sonlanmasaydı kardeşi yerine İsrail’in başbakanı olabileceği düşünülüyor. Yine de bu gençlerin her biri yetenekliydi ve birçok başarı elde ettiler. Neden etmesinler ki? Ne de olsa Binyamin Netanyahu saygın haham Vilna Gaon'un soyundan geldiğini iddia etti ve yetenek dediğimiz de onlar için sıradan bir şey. Komando olmanın gerektirdiği yeteneklerin diğer alanlarda da işe yaradığını görmek için sadece eski Sayeret üyelerin başarılarına bakmak yeterli; üstelik bu yeteneklerin siyaset, tıp, din adamlığı, bilim veya sanat gibi alanlarda başarıya ulaşmakla belirgin bir alakası olmamasına rağmen.
Netanyahu’nun iddia ettiği soyu doğru olmasa bile ailesinin başarılarını inkâr etmek zor. Büyükbabası Nathan Mileikowsky Özgürleşme sırasında başarılı bir aktivist, yazar ve haham idi. Babası Benzion başarılı bir aktivist olacak kadar zamanı olan saygın bir tarihçi ve Ivy League1 profesörüydü. Kuzeni Elisha Netanyahu İsrail Teknoloji Enstitüsü’nde Fen Fakültesi Dekanı olarak görev alan bir matematikçiydi ve İsrail Yüksek Mahkemesi Yargıcı Shoshana Netanyahu (née Shenburg) ile evlendi. Oğulları ise başarılı bilgisayar bilimci Nathan Netanyahu.
Bu çok ilginç çünkü belli ki bu aile aşırı yüksek seviyede bir yeteneğe sahip ve fertleri yeteneklerini çeşitli şekillerde uygulamaya koyuyorlar. Onlar kısaca elitler. Yaptıkları her şeyde elitler; terörist yakalamaktan ulus devleti yönetmeye, cemaatleri kontrol edecek yasayı uygulamaktan en yakın komşuyu bulmak için optimal algoritmayı geliştirmeye ve dahası. Herhangi birinin hayatta başarısız olması düşük bir ihtimal.
Netanyahu ailesi çok ilginç ama yetenek seviyeleri hiç de nadir değil. Atom bombasının geliştirilmesine dahil olan akrabalarıyla veya Darwin-Wedgwood-Galton gibi diğer saygın ailelerle karşılaştırılabilirler:
Şaşırtıcıdır ki eğer birkaç saygın aileyi yabancı bir ülkeye yerleştirirseniz onlar ile elit bir grup oluşturabilirsiniz. Şansımıza, bu tür süreçler incelenmiş: 2014 yılında Kaliforniya Üniversitesi’nden iktisat tarihçisi Gregory Clark o zamanlar yeni yayımlanmış olan The Son Also Rises (ing. Oğul da yükselir) kitabını okurlarımızın önemsiz addedeceği bazı eleştirilere karşı savunmuş. Yine de önemli bir şeye dikkat çekmiş:
Etnik olarak homojen gruplar içindeki sosyal statü araştırmaları genetiğin neticelerde önemli bir rol oynadığını gösteriyor. Bu yüzden elitler ve alt sınıflar ait oldukları nüfustan seçilim ile ayrılırsa genetik olarak genel nüfustan farklılık gösterirler. Bu farkların ortadan kalkması için nesiller geçmesi gerekir. Bu “çirkin” bir gerçek değil. Bu “güzel” bir gerçek de değil. Bu sadece bir gerçek.
Bu gerçek, modern ve eşitlikçi hassasiyetlerimize bir tokat gibi çarpıyor. Ancak yine de doğru: birçok süreç statüye ulaşmanın altında yatan genetikler konusunda gruplar arasında farklar yaratabilir.
Örneğin Lübnan'daki dağılımın en tepesindekilerden birazını sıyırıp Meksika’ya koyarak başarılı bir elit grup yaratabilirsiniz. Afrika’dan doktorlar getirerek aynısını Amerika’da da yapabilirsiniz. İmkanlar sınırsız ve göç, elit bir grup yaratmanın yalnızca en belirgin yöntemi. Katılımcı ve sınıflandırıcı süreçler saymakla bitmez! Elitler oluşturabilecek bazı süreçleri inceleyelim.
Japonya
Göç güçlü bir kuvvet ve Japonya uzun zamandır devam eden kısıtlamacılığı ile bilinen bir ülke. Bu yüzden ihraç edilmiş elit kesimleri olmaması şaşırtıcı değil. Ancak onların da kendi yetiştirdikleri elitleri var. Bunlardan en belirgin ikisi çok bilinen Samuraylar ve daha az bilinen Kazokular. Gregory Clark bu grupların tecrübelerini The Son Also Rises kitabında ve 2013 tarihli Tatsuya Ishii ile hazırladığı makalede detaylı olarak anlatmıştı.
Samuraylar resmî olarak 12. yüzyıl ve Meiji dönemi arasında faaliyet gösteren antik soydan gelen savaşcı soylulardı. Kazokular ise 1869 ve 1947 yılları arasında varlık süren daha yeni bir kurumdu. 1947 yılında dağıtılmalarının sebebi ise şaşırtıcı bir sebep değil: Meiji Restorasyonu reformcularının Samuraylığı bitirdiği gibi, Amerikalılar da Japonya’nın modern anayasasını yazdıklarında Kazokuları sonlandırdı. İki grubunda önemli bir ortak özelliği ise resmî olarak verilmiş sosyal statülerini kaybetmiş olsalar da konumlarını ellerinde tutmuş olmaları.
Kazoku asilzadeleri başlangıçta yalnızca 427 aileden oluşuyordu ancak Japonya'nın hizmetinde kendilerini öne çıkaran bireylerin de soyluluğa alınması ile üye sayısı genişledi. 1946 yılında 1.011 aileyi içinde barındırıyordu, yani kısa ömründe bu sayıda iki kattan fazla arttırmıştı. Bu grupların elit statülerinini ne kadar iyi koruduklarını anlayabilmek için akademideki yüksek temsil oranlarına bakabiliriz. Devlet maaşlarını, arazi haklarını ve diğer ayrıcalıklarını kaybettikten sonra bugün bile akademik makale yayımlamış olmaları ihtimali Samuray veya Kazoku olmayan Japon ailelere kıyasla on kat daha yüksek.
Kazokular ve Samuraylar tıp araştırmacıları arasında da fazla temsil ediliyor, hem de aşırı seviyede:
Japonya’nın en yaygın soyadları ile karşılaştırında avukat ve idareci oranları da çok daha yüksek:
Gözde Mahkûmlar
Gregory Clark'ın sosyal statü hakkında belgelediği bir diğer inanılmaz şey de genellikle İngiliz eşdeğerinden çok daha gevşek olduğu düşünülen Avustralya sınıf sisteminin aslında bir o kadar katı olduğu.
Enteresan bir şekilde Clark aynı zamanda Van Diemen's Land kolonisindeki (daha sonra Tazmanya) mahkumların pozitif seçilimden geçtiğini gösterdi. Aşırı derecede bir pozitif seçilimden geçmeselerde normalden daha yüksek bir statüye sahiplerdi. Bu mantıklı: mahkumlar çoğunlukla koloni yönetimi meslek sahibi olan kişiler istediği için veya borçları olduğu için gönderiliyordu. Bir kişinin borçlu olmasının, nüfusun borcu olacak kadar yüksek gelirli kesiminden olduğu veya arazi vb. mülklere sahip olduğu için vergi ödemekle yükümlü olduğu anlamına geldiğine dikkat etmek gerek.2 Suç işleyebilmek insanları az çok elit yapıyordu! Bunu Tazmanya’nın sert olmakla nam saldığı gerçeği ile eşleştirdiğinizde nispeten elit gruplar oluşturmanın tarifini çıkarmış olursunuz.
Bengalli Brahminler
Batı Bengal’de üst sınıflar alt sınıflardan daha uzun zamandır soyisim taşıyor olsa da bölgede soyisim kullanılmaya başlanması çoğunlukla gayet yeni bir durum. Batı Bengalli üst sınıfların birçoğu soyisimlerini yaklaşık Doğu Hindistan Ticaret Kumpanyası’nın vardığı zamanlarda elde etti. Bu üst sınıflar Doğu Hindistan Ticaret Kumpanyası’na dilekçeler verdiğinde Banerjee, Khan, Haldar, Mandal, Mitra, Sen, Datta ve Chatterjee gibi soyisimlerin fazlaca temsil edildiğini görüyoruz. Dilekçe verenlerin bu isimlerinden bazıları Hindu kökenlere sahip ve Brahminlere ait.
Clark ve Landes alt kastlar ve yeterince temsil edilmeyen gruplar için açık kotaların uygulandığı bugün bile Kulin Brahminlerin elit mesleklerde aşırı temsil edildiklerini tespit etti. Yakın zamandan şu doktor ve hakim oranlarına bir bakın:
Makaleye göre bu aşırı temsil durumu Amerika’daki Hintliler arasında da görülüyor. Daha da ilginç olan ise açık rezervasyon politikalarının 1920 ve 2009 yılları arasında bu statü farklılıklarında pek bir değişiklik yaratamamış olması. Hiçbir Kulin Brahmininin doktor korunumunu rezervasyon yoluyla elde etmediğine dikkat etmeli. Ülkenin tarihte emsali olmayan pozitif ayrımcılık sistemi Kulin Brahminlerinin diğer gruplara göre konumunu değiştiremedi. Aslında işler Doğu Hindistan Ticaret Kumpanyası döneminde nasılsa şimdi de hâlâ aynı gibi duruyor, bu da sosyal statünün devamlılığını gösteriyor.
Cizye, Freddie Mercury ve Gâvur Vergisi
Birçok azınlık gibi Mısırlı Kıptîler de tarihte zulme maruz kalmıştır. Buna rağmen bugün Kıptîler gayet iyi durumdalar, hem de sadece yabancı ülkelerde değil aynı zamanda anavatanları Mısır’da da öyle. Hatta gördükleri zulüm bu iyi durumlarına sebep olmuş olabilir.
Eğer Müslümanlar tarafından yönetiliyorsanız ama kendiniz Müslüman değilseniz onların koruması altında olur ve zımmî (dhimmi) olarak tanımlanırsınız. Müslümanların zımmîleri koruma sorumluluğu olduğu gibi zımmîlerin de Müslüman efendilerine karşı bir sorumlulukları vardı: cizye ödemek, inancını korumak isteyen gayrimüslimlere kişi başı ödetilen sabit bir vergi.
Bu verginin bazı nitelikleri vardı: sadece yaşlı, sakat veya hasta olmayan, münzevi veya köle olmayan, akli dengesi yerinde olan ve yalnızca Müslüman topraklarından geçmekte olmayan yetişkin erkeklerden alınıyordu. Bazen Müslüman bir hükümdarın ordusunda askerlik yaparak bu vergiden kaçınılabiliyordu. Buna karşın Müslümanlar zekât şeklinde yardımlar yapıyordu. Zekât her zaman zorunlu olmamakla birlikte miktarı, zorunlu olan cizyeye kıyasla daha düşüktü.
İşler cizye sorumluluklarını yerine getirmek olduğunda Müslüman yöneticiler kendilerine düşeni yapıyordu. Örneğin İranlı bir zımmî tarafından suikaste uğradıktan sonra Ömer bin Hattab ölüm döşeğinde şöyle demişti: “[Halefimin] Allah'ın ve Resulü'nün koruması altında olan gayrimüslimlerle ilgilenmesini, onlarla yapılan anlaşmaya [cizye anlaşmasına] uymasını, onlar adına savaşmasını ve onları güçlerinin ötesinde vergilendirmemesini istiyorum." Gerçekten de Müslüman yöneticiler cizye ile aşırı vergilendirme eğiliminde değildi çünkü büyük bir gelir kaynağıydı.3 Ancak bazı yöneticiler diğerlerinden daha dindardı. Daha yüksek miktarda vergiler dayatarak daha çok insanın İslam’a girmesine sebep oldular.
İktisat tarihçisi Mohamed Saleh bu cizyenin Mısır’ın Hıristiyan Kıptî nüfusu üzerindeki etkilerini detaylandırdı. Öncelikle Mısır’ın gayrimüslim (Kıptîler dahil) nüfusunun zamana nasıl yayıldığına bir bakalım:
İslam Mısır’a gelmeden önce Yahudiler ve Melkanîler gibi Kıptî olmayan Hıristiyanların yanında Kıptîler nüfusun büyük bir kısmını oluşturuyordu. Mısır’ın Amr bin Âs tarafından İslam adına fethedilmesinden sonra M.S. 639 ve 642 yılları arasında Kıptî kesimin oranı din değiştirmeler, cinayetler ve göçler sebebiyle hızla düştü. Kıptîler ve Müslümanların vergi yükümlülükleri şu şekildeydi:
Mısır’da “ya öde ya da sonuçlarına katlan” kuralı hakim olduğundan 1200 ve 1500 yıllarında ve 1848-68 yılları arasında cizye yükümlülüğü daha yüksek olan bölgelerdeki nüfusun Kıptî oranı oldukça düşüktü:
Daha yoksul Kıptîler vergilerini ödeyemiyordu ve din değiştirmekten başka seçenekleri yoktu. Dolayısıyla Müslümanların ve Kıptîlerin temsil edildiği mesleklerin ayrıştığını görüyoruz:
Peki cizye Müslüman dünyasında başka elit gruplar da oluşturdu mu? Kukić ve Arslantaş cizyenin Bosna’daki etkilerini araştırdılar. 1377 ve 1463 yıllar arasında varlığını sürdüren Bosna Krallığı, Osmanlı Sultanı II. Mehmed tarafından fethedildikten sonra bölgede bir din değiştirme dalgası başladı:
Hıristiyan bir ülke olan Bosna 1468 yılından 1600 yılına kadar %70 Müslüman bir ülkeye dönüştü. Şansımıza Osmanlılar iyi vergi kayıtları tutuyordu. Bu kayıtlar 1468'deki yerleşim yeri veya kasaba düzeyindeki hane gelirlerinin birçok potansiyel karıştırıcı faktör kontrol edildiğinde bile 1604'teki Müslüman nüfus oranı ile negatif ilişkili olduğunu gösteriyor. Bosna Osmanlı kontrolünden çıktıktan sonra bile bu ilişki devam ediyor: hane başına gelir Müslüman nüfus oranına 1879 yılında da negatif ilişkili. Bu durum Saleh’in Mısır’da belgelediği seçici din değiştirme sürecini etkili bir şekilde tekrarlıyor. Kukić & Arslantaş cizyenin “Osmanlı'nın Bosna'yı fethi üzerine düşük gelirli hanelerin İslam'ı benimsemesini teşvik ettiğini” söylüyor. Yine de “ilk din değiştirme sürecinden sonra da dini aidiyet örüntüleri devam ediyor.” Başka bir deyişle din değiştirenlerin çoğu Osmanlı hükmünün kalkmış olmasına rağmen Müslüman kalmaya devam etti.
Yazarların erişebildiği veriler Bosnalı Hıristiyanların Mısırlı Kıptî Hıristiyanlar gibi yüksek eğitimli olduklarını göstermedi. Etnik temizlik ve seçici göç Hıristiyanların modern Bosna’da herhangi bir avantajı olmamamasına katkıda bulunmuş olabilir. Tito yönetimindeki Yugoslavya da modern Bosna Hersek’in ortadan kaldırmadığı etnik farkları özel sektör kotaları yoluyla ortadan kaldırmaya çalışmıştı, o yüzden Bosna’da seçici bir din değişiminin işaretleri örtbas edilmiş veya tarihte yer edinememiş olabilir.
Hıristiyanlar aynı zamanda eski Osmanlı İmparatorluğu’nda da oldukça azlar. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan kısa bir süre sonra Ermeniler, Süryaniler ve Yunan Hıristiyanlar için bir soykırım başlattı ki bu da şüphesiz mülklerinin bir kısmını ortadan kaldırmış olmalı. Cumhuriyet aynı zamanda gayrimüslimleri yoksullaştırmak amacıyla Varlık Vergisi’ni uygulamaya4 başladı. Bu vergi daha sonra açıkça ayrımcı olarak nitelendirilmiştir ve gayrimüslimler bunu cizyenin, yani “gavur vergisinin” geri dönüşü olarak görmüştür. Bu vergi belki de bir devletin en çok nefret ettiği etnik grupları sıralı bir şekilde listelemesine en yakın şey olarak nitelendirilebilir. Listenin başındaki Ermeni Hristiyanlar %232 oranında inanılmaz bir vergi ödemeye zorlanırken, onları %179 ile Yahudiler takip ediyordu. Bu verginin açıkça bir etnik tarafı vardı çünkü Hıristiyan Yunanlar “yalnızca” %156 oranında vergi ödemek zorundaydı. Müslümanlar ise aşırı düşük olan %4,94 oranında vergilendiriliyordu. Bu şartlar altında Müslümanlara doğru devasa bir varlık aktarımına ve çok sayıda gayrimüslimin geçiminden edilerek hapis kamplarında mahkûm edilmesine, birçoğunun da ölümünün kendi ellerinden olmasına şaşmamalı.
Pek başarılı bir diğer etnik grup da Parsiler. Birçok ünlü insan yetiştirmişler ve hayırseverlikleriyle ün kazanmışlardır. En ünlü Batılı üyeleri şarkıcı Freddie Mercury. Parsiler İran'da yaşayan Zerdüştî bir gruptu. Dört Halife döneminde Zerdüştîler orantısız bir şekilde devlet kademelerinde yer aldı. Ancak Emevîler konrolü ele aldığında Zerdüştîler bu makamlarda görev almaktan men edildiler. Bu birkaç farklı zulüm türleriyle bir araya geldiğinde birçok Zerdüştî’nin ülkeyi terk etmesine neden oldu ve bunun üzerine Parsiler oluşmuş oldu. İslam'a geçerek zulümden kaçabildikleri için de bu göç süreci yine bir nebze seçici oldu.
Okumak Zorunda Mıyım?
Yahudilerin Avrupa’daki başarı hikayesini iyi biliniyor, o yüzden buna değinmeyeceğim. Ancak hikâye Avrupa’da başlamıyor. Ekonomist Botticini ve Eckstein’in bulgularına göre Yahudi başarısının hikayesi İslam’ın varlığından en az 600 yıl önce başladı.
Birinci milenyumun başlarında İsrail topraklarındaki baskın din Yahudilikti. Sâmirîler, Esseniler, Zealotlar ve en önemlisi Yazılı Tevrat’ı savunan ve Helenistik kültürü benimseyen Sadukiler ile hem Yazılı hem Sözlü Tevrat’ı savunan ve herhangi Yunan kültürü ve dilini benimsemeyi reddeden Ferisiler olmak üzere gruplara ayrılmışlardı. M.S. 63-65 civarında Ferisilere sempati besleyen Joshua ben Gamla her Yahudi babanın altı-yedi yaşındaki oğullarını ilkokula göndermesi gektiğini ve zihinsel yetersizliği olmayan Yahudi erkeklerin okuryazar olması gerektiğini savundu.
Yahudi okuryazarlık kültürünün kitlesel olarak ortaya çıkışı için seçilen bu tarihin eleştirilecek yönleri de yok değil. Botticini ve Eckstein’in The Chosen Few adlı kitabında, bazı araştırmacılar Yahudiliğin ilkokul gereksiniminin M.Ö. 70 yılında başladığını savunurken diğerlerinin de çalışmaların daha öncesinde Simeon ben Shetatch yönetimi altında başladığını savunduğunu belirtiyor. Ancak bu gereksiz tartışmalar göreceğimiz üzere ana tez için bir fark oluşturmuyor.
Bar Kohba İsyanından sonra yeni bir tapınak kurma umudu yitince Ferisiler Sadukiler’e karşı büyük bir avantaj elde ettiler. Çünkü isyana katılmamışlardı ve bu sayede zarar görmeyerek küresel eğitim projelerini daha da ilerletebilme imkânı elde ettiler. Kurban uygulamasını Tevrat çalışma uygulaması ile değiştirecek kadar ileri gittiler. Bu çaba o kadar başarılı oldu ki büyük haham Yahuda ha-Nasi M.S. 200 civarında Mişnah'ı yeniden düzenlemeyi bitirdiğinde oğullarını okutmayan Yahudiler amei ha'aretz ya da toprak halkı5 olarak anılmaya başlandı. Artık Yahudi topluluğu okuryazar olduğundan am ha’aretz letorah olmak büyük bir sosyal cezayı yanında getiriyordu.
Bu dönemde babalara oğullarını okutma zorunluluğu getiren dünyadaki tek din Yahudilikti. Böylece Ferisiler Yahudilerin inanılmaz bir üstünlük elde etmesini sağlamıştı. Ancak bu hareketin asıl amacı bu değildi. Ferisiler erkek çocukların sinagogda cemaatin karşısında Tevrat’ı İbranice okuyabilmelerini istiyordu ancak çoğunluğu Yunanca, Latince veya Aramice konuşulan yerlerde yaşayan Yahudi diasporası için bu pek de kullanışlı değildi. Dahası bu kültürel devrim Yahudilerin hakim olduğu ekonomik alanda buna karşılık gelen bir değişiklik olmadan gerçekleşti.
Botticini ve Eckstein, bu tarihsel arka planı göz önünde bulundurarak bir model oluşturdu. Yahudiliği benzersiz kılan eğitim reformundan önce, "hem Yahudilerin hem de Yahudi olmayanların faydayı yalnızca tüketimden elde ettiği varsayılırdı çünkü hiçbir din okuryazarlık talep etmiyordu." Reformlardan sonra "Yahudi ve Yahudi olmayan bireyler üretim açısından aynıdır, ancak dini tercihleri açısından farklıdırlar... Yahudi çiftçiler çocuklarının ve kendilerinin İbranice okuryazarlığından fayda sağlarlar." Sonra da bu öngörülerinin tarihsel kanıtlarına geçtiler.
Öncelikle Yahudi topluluğu söz konusu dönemin başlarında gerçekten de çiftçilerden oluşuyordu:
Okuryazarlık çiftçilere pek de fayda sağlamadığından onlar için eğitim ancak bir zaman kaybıydı. Botticini ve Eckstein’in de belirttiği üzere neredeyse geçim seviyesinde yaşıyorlardı, bu yüzden de oğullarını okutma yükümlülüğü çoğunlukla ağır gelebiliyordu. Bu da bazı Yahudilerin am ha’aretz letora olma utancı ile yaşamasına sebep olurken bazılarını da tamamen dinden çıkmaya itiyordu.
M.S. 1 ve M.S. 750 yılları arasındaki din değişimi dinamikleri dikkate değer: ilk yüzyılda neredeyse beş milyon kişi olan Yahudi nüfusu sekizinci yüzyılda 1,5 milyonun altında düştü. Bu düşüşün tek sebebi dinden çıkanlar değildi: çeşitli katliamlar, savaşlar, kıtlıklar, hastalıklar, sürgünler vb. sebeplerden dolayı diğer nüfuslar da azaldı ancak Yahudi nüfus çok daha fazla azaldı. Bu Yahudilerin geçtiği başlıca dinler Helenist Paganizm ve Hıristiyanlıktı. Helenist paganizmin düşüşü ile başka bir inanç arayan Yahudiler için neredeyse tek çıkış yolu Hıristiyanlık kalıyordu.
Erken dönemlerinde Hıristiyanlık diğer inançlardan sosyoekonomik statüye sahip olan insanlar koparmayı hedefliyordu. Bu Hıristiyanlığın hızla büyümesine katkı sağladı. 313 yılında Milano Fermanı öne sürüldüğünde Hıristiyanlığa karşı tolerans gösterilmesi Roma hukukunun koruması altındaydı. İznik Konsili’nden sonra Roma İmparatorluğunda Hıristiyanlığın önü açıktı ve Hıristiyanlık yayıldıkça şartlar bir nebze Yahudilerin aleyhine dönüyordu. I. Konstantin yönetiminde Yahudilerin Hıristiyanlığa geçen diğer Yahudilere zarar veremeyeceğine karar verildi. Bu gayet makul bir karardı ancak kararlar gittikçe garipleşti.
I. Valentinianus yönetiminde Yahudiler din değiştiren evlatlarını reddedemiyordu. I. Theodosius yönetiminde din değiştirenlere zarar vermenin cezası yakılarak ölüm olarak değiştirildi. Honorius yönetiminde durumlar biraz daha iyiydi. Hıristiyanlığa geçen Yahudiler artık Yahudiliğe geri dönebiliyordu. Arcadius yönetiminde Yahudiler Hıristiyanlığa ekonomik sebeplerden dolayı geçmekten men edildi. I. Justinianus yönetiminde Valentinianus’un hükmü vurgulandı. Bu imparatorların bazıları yeni sinagoglar inşa etmek ve Hıristiyan köle satın almak gibi Yahudi aktivitelerine çeşitli kısıtlamalar uyguladılar. Buna zorlanmasalar da birçok Yahudi din değiştirdi. Değiştirmeyenler ise yüksek ve gittikçe artan derecede okuryazar olan ve bununla pek bir şey yapmaya izinleri olmayan bir çiftçi sınıfıydı.
Müslümanlar geldiğinde Yahudilerin varlığını kabul ettiler ve inançlarını sürdürmelerine izin verirken üzerlerindeki kısıtlamaları da gevşettiler. Kentleşmeyi artırarak da, kendilerini okuryazarlığa doğru seçilime uğratan Yahudilerin bu seçilimin meyvelerini toplamasına imkân sağladılar. Aşağıdaki tablonun gösterdiği üzere Bağdat ve Samarra gibi yerleri geliştirmek için uygulanan Abbâsî politikası büyük bir başarıydı. Müslümanlar Hilâfet için merkezi önem taşımayan ancak yine de bütün Avrupa şehirlerinden daha büyük olan birçok şehir de kurdular ve bu yüzyıllarca böyle kaldı.
Tüm bunlar Yahudiler için çok iyiydi. Botticini and Eckstein’e göre:
Müslüman Yakın Doğu’sundaki yeni şehir, kasaba ve idari merkezlerin büyümesi vasıflı mesleklere olan ihtiyacı büyük oranda artırdı. Irak ve daha sonra tüm Müslüman ülkelerdeki okuryazar Yahudi kırsal nüfusu tarımı geride bırakarak kentselleşmiş merkezlere yerleştiler ve zanaat, ticaret, istikraz, vergi tahsili ve tıbbi meslekler gibi birçok meslek icra ettiler. Bu meslek değişim süreci yaklaşık 150 yıl sürdü ve 900 yılında neredeyse Irak, İran, Suriye ve Mısır’daki bütün Yahudiler kentsel mesleklerle meşguldu.
İşte Yahudi başarısının hikâyesi böyle başladı. Daha az elit olan yahudileri eleyerek edindikleri okuryazarlıkları sayesinde Yahudiler çok kazandıran mesleklere yöneldiler. Yeni ekonomik mevkilerinde eğitim daha seküler bir karaktere büründü ve farklı dillere de önem vermeye başladı, böylece Yahudi olmak daha da avantajlı hale geldi. Müslüman denkleri çoğunlukla dinî eğitime ve Kur’an’ı ezberlemeye odaklandığından eğitim seviyeleri daha düşüktü.
Müslüman yönetimi altındaki Yahudiler cizye ödemek zorundaydı ama bu vergi eğitim masraflarından daha az yük oluyordu, bü yüzden de Yahudiler yeni ekonomik mevkilerini edindikten sonra cizye artık din değişimlerinin başlıca sebebi olmayı bıraktı. Zorla din değiştirme olayları daha ön plandaydı.
Yahudiler okuryazarlıklarını, mahkeme sistemlerini ve diğer Yahudi toplumlar ile uluslararası iletişim sistemlerini kullanarak uzun mesafeli ticarette rakiplerini geçtiler ve nihayetinde Batı Avrupa’ya yayıldılar. Yahudiler Hilâfet yönetimi altında faaliyet gösterdiklerinde yalnızca cizye ödemek zorundalardı ancak bunun dışında özgürlerdi. Batı Avrupa’ya geldiklerinde ise bir yığın tüzük, yönetmelik, vergi ve yerel rahip veya piskoposların açık iznini almak gibi yükümlülükler ile karşı karşıya kaldılar, yani buraya gelebilenler elitler, söz konusu elitin de elitleri olmuştu.
Yahudilerin Avrupa’ya geniş çaplı göçü başladığında Yahudiler Avrupa’daki Hıristiyanlara kıyasla daha elit bir konumdaydı. Yahudilerin yüksek insan sermayeli faaliyetlerini düzenleyen tüzüklerin varlığı bile Yahudilerin yüksek insan sermayesine sahip olduğunu kesin olarak kanıtlıyor. Aslında hükümdarlar da arazilerine, şehirlerine ve kasabalarına Yahudilerin yerleşmesi için yarışıyordu. Botticini ve Eckstein bunun aşağıdaki gibi birkaç örneğinden bahsediyor:
1066 yılında I. William (İngiltere’yi fethettiğinde) vergi tahsil etmek ve finansal konularda yardımlarını almak için yanında biraz da Yahudi getirmiştir. 1084 yılında Speyerli Alman Piskopos Rüdiger “Speyer Köyü’nü bir şehre dönüştürürken orada Yahudileri de toplayarak bu yerin itibarını bin kat arttırabileceğine inanıyordum,” diye açıklamada bulunmuştur. Mainz’den bir grup Yahudi tüccar davet etmiş, koruma ve yol vergilerinden muafiyet karşılığında ticari girişimlerini sürdürmeleri için mutlak özgürlük sağlamıştır.
Moğollar 1250’li yıllarda Yakın Doğu’yu işgal ettiğinde bölgenin ekonomisini çökerttiler. Sadece Bağdat Kuşatması (aşağıda resmedilmiştir) bile Halife Mustasım Billâh’ın infazı ve şehri savunan 50.000 Müslüman askerin tamamına ek olarak 500.000’den fazla sivilin ölümü ile sonuçlandı. Botticini ve Eckstein tarafından kabul edilen sayı ise Batılı tahminlerin yüksek kısmına yakın düşen 740.000 sayısı. O dönemin dünyası için bu akıl almaz derecede bir yıkımdı. Bugün için bile çok büyük bir sayı olurdu. Bunun sonucunda Bağdat, Yakın Doğu’nun cevheri iken önemsiz ve gerilemiş bir yere dönüştü.
Yakın Doğu’daki Moğol yıkımı muharebede Memlükler tarafından mağlup edilene kadar devam etti, bu noktadan itibaren de bölgedeki fetihleri son buldu. Ancak Yakın Doğu artık çorak bir yerdi ve Yahudi nüfus Moğol katliamlarından çoğunlukla zararsız çıksa da oldukça büyük bir düşüş yaşadı. Geçim seviyesinde tarıma geri dönüşün yanında oğullarını eğitme ve yeni yükseltilen cizyeyi ödeme zorunluluğunun çifte yükü Yahudileri daha yüksek oranlarda din değiştirmeye itti.
Bu görüş Cochran, Hardy ve Harpending tarafından öne sürülen Aşkenaz parlaklığına ilişkin popüler açıklamayla büyük ölçüde tutarlı. Botticini ve Eckstein bu iki teori hakkındaki görüşlerini şöyle belirtiyor:
Cochran, Hardy ve Harpending, Aşkenaz Yahudilerinin bilişsel yeteneklerinin ortalamanın üzerinde olduğuna dair kanıtlar bulunduğunu ve bunun Yahudilerin icra edebilecekleri mesleklere yönelik yüzyıllar süren yasak ve kısıtlamaların bir sonucu olabileceğini savunmaktadır. Bu argümanın lehinde ya da aleyhinde güçlü bir görüşe sahip değiliz... Bir yandan modelimizin tahminlerinden biri (Yahudi topluluğuna ait olmak için okuryazarlık ve eğitimi temel şart haline getirdiğinde düşük bilişsel becerilere sahip bireylerin Yahudilik dışına itildiği) bilişsel yeteneklerle ilgili bu kanıtla tutarlı olabilir. Öte yandan, vurguladığımız gibi ... Yahudi halkı, kendilerine herhangi bir kısıtlama veya yasak getirilmeden çok önce çiftçiliği bırakmış ve seçilim yolu ile kentsel vasıflı mesleklere yönelmiştir.
Statü Şoklarının Aktarılması
Yakın zamanda yayımlanan harika bir makale ekonomik şokların genetik olarak aktarılabileceğini gösterdi. Makale kardeşler arasındaki doğum sırasının, eşlerinin eğitim poligenik skorları üzerindeki etkisini araştırmak için İngiltere ve Norveç'ten biyobanka ölçeği verilerini kullandı. Ancak devam etmeden önce biraz arka plan sağlamak gerekiyor. Spesifik olmak gerekirse: zengin insanlar daha iyi genlere sahip.
Yüksek bir sosyal sınıfa erişim söz konusu olduğunda bir gen setini “daha iyi” ya da “daha kötü” yapan şey, genlerin sosyal sınıfa erişmeye elverişli fenotipler üretme derecesidir. Örneğin dışa dönük (extrovert) olmak daha yüksek gelir elde etmek anlamına geliyorsa, dışa dönük bir kişiliği destekleyen genler zaman içinde sosyal sınıfla ilişkilendirilecektir.
Batı toplumlarında yüksek eğitim düzeyini teşvik eden genler aynı zamanda sosyal sınıfla da ilişkilidir. Bu genlerin hem sınıflar içinde ve arasında hem de aileler içinde ve arasında sosyoekonomik statü için önemli olan özellikleri etkilediğini unutmamalı. İşte ABD, Birleşik Krallık ve Yeni Zelanda'dan dört farklı toplulukta eğitim düzeyi ile ilişkilendirilen genetik varyantların nasıl katmanlaştığını gösteren bir grafik:
Bu çalışmalarda ebeveynlerinden daha iyi genlere sahip olan bireylerin yukarı doğru hareket etmiş olduğu görüldü. Bu bulgu Minnesota'da bulunan başka bir toplulukta da tekrarlandı. Matt McGue ve meslektaşları bir çocuğun bilişsel ve bilişsel olmayan becerileri daha yüksek olduğunda ve bu özellikler için daha yüksek poligenik skoruna sahip olduğunda yükselme eğiliminde olduklarını gösterdi. Bu sonuç kardeşler karşılaştırıldığında bile geçerli: daha iyi becerilere sahip olan kardeş yükselirken daha kötü becerilere sahip olan kardeşin alçaldığı görülüyor:
Konumuza dönelim. Yeni makale genlerin sosyal sınıfla nasıl ilişkilendirildiğini araştırıyor: Abdellaoui ve meslektaşları bir kişinin sosyoekonomik statüsünde bir şok yaşanması durumunda bunun genetik yollarla nesiller arası aktarılabileceğini gösterdi.
Bunun epigenetikle alakası yok. Çiftleşme piyasasındaki sıralama ile alakası var: insanlar statü ile ilişkili özelliklere göre eşleştiklerinde kendilerini temel genlerine göre değil, bu genlerin gerçek dünyadaki imajlarına göre çiftlere ayırırlar. Yani eğer bir kişi genlerine göre beklenenden daha yüksek bir statü kazanmayı başarırsa, muhtemelen daha iyi genlere sahip bir kişiden beklenen statüye daha yakın olan biriyle evlenecektir. Abdellaoui ve meslektaşları makalelerinde, doğum sırasının kişlerin sosyal statüsüyle ilişkili olduğu ancak genetik yapısından bağımsız olduğu gerçeğinden faydalandılar:
Daha erken doğan çocukların daha fazla ebeveyn bakımından faydalandığı gibi, eğitim düzeyi ve mesleki statü gibi sosyoekonomik statü ölçümleri de dahil olmak üzere daha iyi yaşam sonuçlarına sahip olduğu bilinmektedir. Öte yandan tüm öz kardeşler doğum sıralarına bakılmaksızın ebeveynlerinden gelen aynı genetik yapıya sahiptir. Bu, herhangi bir genin ya anneden ya da babadan çocuğa bağımsız %50 olasılıkla aktarılmasını sağlayan biyolojik mayoz mekanizması sayesinde kesindir ... Bu nedenle doğum sırasını sosyal statü için bir “şok” olarak kullanabiliriz.
Bu şokun Büyük Britanya'daki boyutu sınırlı: Bir ek büyük kardeş üniversiteye gitme şansının %7,9 düşmesine; gelirin 0,077 standart sapma oranında düşmesine; 13 puanlık bir testte akışkan IQ’nun 0,27 puan düşmesine; 0,7 santimetre daha kısa boya; 4 puanlık bir ölçekte 0,043 puan daha kötü (hasta tarafından beyan edilmiş) sağlığa ve 0,19 puan daha yüksek BMI puanına sebep oluyor. Doğum sırasının etkileri Norveç'te de görülüyor.6
Her iki ülkede de bir kişinin doğum sırasının kendi statüsü üzerindeki olumsuz etkisi, eşlerinin daha kötü genlere sahip olmasını öngörmüştür. Bu da insanların “daha kaliteli” bir eş için gerçekten de statülerini değiştirdikleri anlamına geliyor. Bu iki ülke için yapılan analizlerde farklı aracı değişkenler mevcuttu. Doğum sırası etkilerinin istatistiksel olarak aracılığı:
Her iki ülkede de en büyük aracı eğitimdi. Bir kişinin üniversite eğitimi alma şansını artırdığı için daha erken doğmak kaliteli bir eşle tanışma olasılığını artırıyordu. Bu bulgunun çıkarımları oldukça önemli.
Mağduriyet ve Elit Oluşumu
Dünya Savaşı'ndan sonra Polonyalıların Kresy bölgelerindeki geleneksel topraklarından Batı Bölgelerine zorunlu göçlerinin onları insan sermayesi oluşumuna fiziksel sermaye oluşumundan daha fazla değer vermeye teşvik etmiş olabileceğine dair bazı kanıtlar var. Benzer bir şey Ortaçağ Yahudileri ve belki de Huguenotlar gibi tarihsel olarak zulüm görmüş diğer gruplar arasında insan sermayesi oluşumunu desteklemiş olabilir.
1987 yılında Fiji Cumhuriyeti hükûmeti bir dizi askeri darbe ile ele geçirildi. Devralma işlemi tamamlandıktan sonra hükûmet etnik Fijilileri Hintlilerden kayıran olumlu eylem politikalarını yürürlüğe koydu ve ırk ayrımcılığına izin veren yeni bir anayasa oluşturdu. Birdenbire bir Hintli olarak yaşamayı ve çalışmayı zorlaştıran yasalar ortaya çıktı: artık birçok üniversite pozisyonunda yer alamıyorlar veya taksi ehliyeti alamıyorlardı ve iş kurma konusunda hükümet onları desteklemiyordu. Ancak Hintliler ülkeyi terk etmek isterlerse buna izinleri vardı.
Darbeden sonra Hintliler ayrımcılığın hedefi olmayacakları yerlere gidebilmek için insan sermayelerine daha fazla yatırım yapmaya başladılar. İnsan sermayesine yatırım yapmak, diğer tüm yollar yasal olarak yasaklandığı için tek seçenekleriydi. Doğal olarak Fiji'deki Hintlilerin eğitim düzeyi önemli ölçüde arttı.
Görünüşe göre strateji işe yaramıştı. Hintliler yeni edindikleri itibarlarını adadan kitlesel bir göç şeklinde değerlendirebildiler:
Çıkış seçeneği 1987'deki iki darbenin ardından sosyoekonomik açıdan yerli nüfusa çok benzeyen ve bir asır önceki Hintli göçmenlerin torunları olan yüksek eğitimli Hint-Fijililerin göç etmesine neden oldu. Düşünülenin aksine net etki Fiji'deki yükseköğretim stokunu artırmak oldu. Yani vasıflı göç seçeneği Hint-Fijililer arasında kitlesel beceri yaratımına neden oldu ve bu da göçün mekanik olarak neden olduğu beceri azalmasını fazlasıyla telafi etti.... Birdenbire yurtiçinde daha düşük, yurtdışında ise nispeten daha yüksek insan sermayesi getirisiyle karşı karşıya kalan nüfusun yarısında insan sermayesine yapılan yatırım artmıştır.
Üstünlük Nereden Geliyor?
Etrafımıza baktığımızda grupların başarıları arasında büyük farklılıklar görüyoruz. Bazı gruplar hukuk, finans, işletme, bilim ve gazetecilik gibi alanlarda çok daha fazla temsil edilirken diğerleri neredeyse hiç temsil edilmiyor. Bunun yanında bu tür farklılıkların farklı toplumlarda da mevcut olduğunu ve uzun zaman aralıkları boyunca korunduğunu görüyoruz. Peki bunlar nasıl ortaya çıktı?
Elit grupların başarısı genelde eğitime verdikleri değere bağlanır. Ancak bu açıklama çoğu zaman tatmin edici değil (Hint-Fijililer ve sınır dışı edilen Polonyalılar buna istisna olabilir). Elit olmak için gereken tek şey eğitime yüksek değer vermek olsaydı diğer gruplar da onları örnek almaz mıydı? Hem neden farklılıklar evrensel eğitimin ortaya çıkmasından sonra da devam etsin ki?
Gerçek şu ki çoğu durumda elit gruplar genetik olarak nüfusun geri kalanından farklılar. Bu hale de az elit ve çok elit üyelerin ayrıştığı seçilim süreçleriyle geldiler, böylece zaman içinde veya belirli yerlerde üyelik orantısız bir şekilde elit hale geldi. Bu seçilim süreçleri içsel olarak başlatıldı (Yahudiler örneğinde olduğu gibi) ve bazen de dışsal olarak dayatıldı (Mısırlı Kıptîler örneğinde olduğu gibi).
Elit gruplar nasıl oluşur? Çoğu zaman cevap basit: seçilim.
Yazar: Cremieux Recueil
Çevirmen: Bilal Şahinoğlu
Editör: Fahri Sağyürek
Brown, Columbia, Cornell, Dartmouth, Harvard, Pennsylvania, Princeton, ve Yale üniversitelerinden oluşan bir elit üniversiteler grubu.
İngiliz vergileri 1696 Pencere Vergisi'nden bu yana sürekli olarak arttı. Tek tip arazi vergisi 17. yüzyılın sonlarında ve ilk kalıcı İngiliz gelir vergisi 1842 yılında yürürlüğe girdi ancak bundan sonra bile birçok kişi düşük gelirleri sebebiyle bu vergileri ödemekten muaftı. Clark’ın örneklemi 1804-53 yılları arasında Tazmanya’ya nakledilen ve 1893 yılına kadar Tazmanya’da hüküm giymiş herkesi içeriyor, yani söz konusu zaman aralığını düşündüğümüzde İngiliz gelir vergisi makul bir etken.
Hatta bu Laffer Eğrisinin belki de en erken örneklerinden biri.
Mürekkep olarak buradaki ifadelere müdahale etmedik. Bu sözler, Türk karşıtı propagandanın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Varlık vergisiyle ilgili Yürügagarin’in meşhur gönderisini alta ekliyoruz:
Irgatlık yapan çiftçi halk kast edilmektedir.
Bu etkinin ortaya çıkması için, doğum sırası etkisini mekanik olarak azalttığı için ebeveyn yaşının kontrol edilmesi gerekiyor. Buna göre düzeltildiğinde karışıklık azalıyor. Bu, çalışmada ve alıntılarında açıklanan güvenilir bir düzeltme.
Doğan Avcıoğlu'nun "Türkiye'nin Düzeni" kitabında varlık vergisi ile ilgili bölümünde bu verginin toplanma sebepleri tarafsız ve açık bir biçimde ifade edilmiş. Bu kanunun çıkarılma sebebi dini ayrımcılıktan değil, gayri müslim nüfusun Türklerin I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında, savaşın durumundan yararlanarak elde ettikleri haksız kazançların bir nevi tasfiye edilmesidir. Medyanın, taraflı yazarların varlık vergisini öcü gibi göstermelerinin sebebi herhangi bir hakkaniyete dayanmaz. Bunun propagandasını yaparlarken sanki gayri müslimler alın teri ile bu paraları kazanmışlar da bu kanun onları sırf inandıkları dinden yahut ırklarından dolayı ayrıma tabi tutuyormuş gibi gösterirler. Bu kanunun çıkarılma amaçlarından biri Türk'ün kanından para kazananların paralarına el konulmasıdır ki varlık vergisi tam anlamıyla amacına ulaşamamıştır. Kesinti yapılmak istenen kısım ile kesinti yapılan kısım arasında uçurum vardır.