İnternetin kuytu bir köşesindeki sessiz bir grup chat’inde, bir avuç anonim hesap akademik yayınlardan atıflar paylaşıp kompleks DNA analizi grafikleri üzerine hararetle kafa yoruyor. Bunlar alışageldiğiniz troller değil, aksine arkeolojideki son bulguları tartışmak için bir araya gelmiş araştırmacılar, bilim insanları ve öğrenciler. Fakat rüştünü ispatlamış bu akademisyenler neden bu konuları bir konferans salonunda yahut bir okul amfisinde konuşmuyorlar? Cevabı sizi şaşırtabilir.
İnternette anonimliğin çarpıtma, fesat ve nefretle eşdeğer tutulması, “dezenformasyona” karşı olan küresel savaşın sac ayaklarından biri haline gelmiş durumdadır. Fakat çoğumuz için anonimlik, modern akademik çevrelerin sansürcülüğünün imkânsız kıldığı bilimsel araştırmaya duyduğumuz tutkuyu, kovalamamıza izin vermiş durumda. Böylece, bu saklı alanlarda profesyonel genetikçiler, biyoarkeologlar ve saha antropologları bir tür kontra-araştırma ağı oluşturdular. İncelikli ve nitelikli araştırmacılık, ev yapımı programlar, çalışma tabloları ve özel sunucular vasıtasıyla meraklı gözlerden ve kibirli seslerden uzakta yürütülüyor.
Çoğu, benim gibi, kıdemsiz araştırmacılar yahut doktoradan terk kimseler –içeri adımını atmış ancak akademik mesleklerin ne kadar riskli olduğunu görmüş insanlar. Anonimlik, internet kullanıcılarının forumlar ve farklı sosyal medya platformlarında yetişmiş daha genç kesimleri için alışılageldik bir şey. Kamusal alanda söyledikleri her şeyin sonsuza dek şahıslarına yapışmıyor olmasının faydalarından ve korunaklılığından istifade ediyorlar. Ben anonim bir profil oluşturmaya birçok başka meslek erbabının da müstear isim edindiği bir zamanda; gözlerin internete döndüğü, Covid, başkanlık seçimi ve Batı’daki sokak olayları etrafında yeni politik mevzilenmenin oluştuğu karantina döneminde karar verdim.
Arkeoloji, ezelden beri geçmiş, insan doğası ve ayrıca belli ulus ve kavimlerin tarihlerine dair önemli konuların tanımlanabildiği ve meşrulaştırılabildiği bir savaş alanı olmuştur. Günümüzde çoğu beşeri bilim dalı alenen yahut örtülü biçimde sola kaymış durumda, ama arkeoloji bunun dışında kalıyor. Onun yerine bir infialin ortasında –onyıllar boyunca incelikle hazırlanmış birçok teorinin bir anda gözlerinin önünde yıkıldığına şahit olan araştırmacılar için oldukça sıkıntılı sonuçlara gebe bir infial.
Bir zamanlar, genetik veri yokluğunda, maddi kayıtlardaki değişikliklerin (çömlekler, taş ve metal alet edevat, zanaat gereçleri vs. gibi objeler) moda ve teknolojide pasif yahut difüze bir yayılıma işaret ettiğini iddia etmek mümkündü, ancak artık bu mümkün değil. Mesela, yıllarca öğrencilere ve kamuya “çömleklerin insan olmadığı” –kayıtlarda bir anda ortaya çıkan çömlek tarzlarının yeni insanlarca getirildikleri anlamına gelmediği– ve Britanya Tunç Çağı’nda Bell Beaker Kültürü’ne ait çömleklerin ortaya çıkmasının taklit ve ticaret sayesinde anakaradan yayılmanın sebep olduğu söylenmişti.
Fakat 2018’de ortaya çıkan bomba niteliğinde bir araştırma bunun temelden yanlış olduğunu ispatladı. Aslına bakacak olursanız Britanya nüfusunun %90’ı, Bell Beaker toplumlarının Britanya’ya göçü ve bununla beraber onlardan önce orada olan Neolitik unsurların yokoluşuyla kısa sürede yerinden edilmişti. Bunu ise makaleden makaleye inşa edilmiş incelikli genetik çalışmalarının yeni gelenlerin hem ana, hem baba tarafından farklı DNA’ya sahip farklı bir kavim olduğunu kanıtlaması sayesinde biliyoruz. Bunun gibi araştırmalar artık neredeyse her hafta yayınlanıyor. En son, Anglo-Saksonların gerçekten de Kuzey Avrupa’dan geldiğinin kanıtlanması birçok akademisyen için büyük bir baş ağrısı yarattı, zira Cermen kavimlerinin istilası fikri bile yıllardır önemsiz gösteriliyor, hatta reddediliyordu.
Kamuoyuna aşikâr görünen bir şey –prehistoryanın kanlı bir işgal, göç ve çatışma yumağı olması– araştırmacılar arasında her zaman yaygın bir görüş olmayabiliyor. Daha kötüsü, antik kavimlerin kendilerini belirgin etnik ve kabileci sınırlara göre organize ettiği fikri de ayrıca bir tabu. Geçmişte ataerkinin varlığı gibi aklıselime dayanan bariz önerilere devamlı olarak meydan okunuyor ve akademinin dili, hem yerleşik teorileri, hem düşünürleri, hem de geçmişin hoşa gitmeyen kısımlarını reddetmeye yatkın bir halde.
Tüm bunların üzerine bir de araştırmalar ve sonuçlarının yanlış insanlarca kullanıldığı korkusu da ekleniyor. “Genetik, arkeoloji ve aşırı sağ: Şeytani bir üçlü” adlı 2019 makalesinde Susanne Hakenbeck erken Tunç Çağı döneminde gerçekleşen Hint-Avrupa bozkır işgalleri üzerine yapılan genetik araştırmalarının gereksiz yere tehlikeli fikirlere yakıt olduğu hakkındaki endişelerini dile getiriyor –mesela, bir etnik gruba ait genç erkeklerin Pontik-Hazar bozkırlarını aşıp cebren komşularını dize getirdikten sonra ata DNA’larını yerli erkekler pahasına aktarmış olmaları fikri. Genetik literatürü tarafından desteklenen bu anlatı Hakenbeck için fazlasıyla rahatsız edici ve yanlış:
“Arkeolojik kültürlere eşdeğer sınırlı etnik gruplar ve dil parçalarına dayalı bir ortak Hint-Avrupa toplumsal yapısı fikirlerine bir dönüş görüyoruz. İki yaklaşım da özcü ve fazlasıyla problematik bir ideolojik yük taşıyor. Bize bilimsel yöntem tarafından sözde meşruiyet kazandırılan ve cazip derecede basit bir ‘kıta fethetmeye çıkan yiğit genç erkekler tarafından şekillendirilen geçmiş’ anlatısı sunuluyor.”
Cengâver genç erkeklerin yakınlarındaki bir topluluğu işgal etmiş olması fikri, konunun avamı için hayal etmesi pek zor olmasa da problematik bir ifadeymiş gibi görünüyor. Buna rağmen bundan öteye gidenler de var. Yalnızca ikisine çatmamız gerekirse, tarihçi Wolf Liebeschuetz ve arkeolog Sebastian Brather arkeolojinin tarihöncesinden farklı etnik grupların teşhisi yahut göçlerin tespiti için kullanılamayacağını ve kullanılmaması gerektiğini alenen iddia ediyorlar. Mesela, Liebeschuetz’in 2015 tarihli kitabı East and West in Late Antiquity’den alıntı yapacak olursak: “Arkeoloji, kültürel yayılmayı takip edebilir, ancak kavimleri ayırt etmek için kullanılamaz ve göçleri takip etmek için de kullanılmamalıdır. Dil ve etimolojiye dayanan argümanların bir önemi yoktur.”
Bu mantık, Hint-Avrupa kavimleri ve dillerinin yönelim ve evrimlerinden, ve dahi Roma sonrası Cermen göç döneminden, Anglo-Sakson işgallerinden, Polinezyalı ve Bantu yayılımlarından ve insan tarihindeki neredeyse tüm büyük değişikliklerden oluşan yumağı çözmek için yüzlerce yıldır gösterilen tüm emeği özünde tek darbede ilga ederdi. Ama amaç da zaten bundan ibaret; arkeolojiden farklı grupların ne zaman ve nerede ortaya çıktığını ve hareket ettiğini tespit etme yetisi alınırsa milliyetçilik değirmeni tahılsız bırakılabilir. Macaristan’ın, İngiltere’nin, Fransa’nın, Türkiye’nin ve Japonya’nın kuruluşu gibi köken hikayeleri, çömlek tarzları, ticaret ve zanaatkarlık gibi amorf ve açıkçası sıkıcı bir grup hikayeler bağlamına oturtulabilir. Tehlike ve dışlamaya dair bütün emareler olabildiğince önemsiz gösterilmelidir.
Bu temizlik çabasının kalbinde yatan arkeolojinin amacına dair temel bir anlaşmazlıktır. Modern araştırmacılar liberal ilerici dünya görüşlerini öznel bilim kisvesi altında saklarken, hakikatte arkeoloji çoğunlukla insan hikayelerini ve bununla beraber, farklı insanların hikayelerini anlatmakla ilgilenir. Arkeolojik araştırmanın kökeni neredeyse Rönesans yıllarına, entelektüel açıdan meraklı adamların (çoğunlukla erkeklerdi) ülkeleri ve kandaşlarının kökenlerine dair anlatıları bir araya getirme çabalarına dayanır. William Camden’in Britannia’sından (1586) Flavio Bianda’nın Italia illustrata’sına (1474), Avrupalı alimler uluslarının geçmişiyle halihazırı arasında bir bağ kurmaya çalışıyorlardı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Batı arkeolojisinde yükselen trend ulusların ortaya çıkış hikayelerini “çürütme” yahut “eleştirel biçimde ele alma”, şöyle ki bazı köklere dair gayrı ciddi, bayağı, duygusal bağ iddiaları veya çok farklı bir köke dayalı hayali söylemler. Fakat kamuoyu da aptal değil, bu çabaların tutarsız ve politik olduğu ayan beyan ortada. Misal, şu iki ifadeyi kıyaslayalım:
“Makul antropolog ve tarihçilerin de bize hatırlattığı gibi, kültürler daima değişim ve kendilerini yeniden oluşturma sürecindedirler; bazen neredeyse tanınmayacak hale gelen ve nitel derecede farklı biçimlerde. Ne ‘Nuh nebiden beri’ var olan bir kültür, ne de spesifik bir yere ait olan kültürleri asli olan bir millet vardır.”
“Avustralya yerlileri dünya üzerindeki en eski devamlılık sürdüren kültüre mensupturlar. Mungo Gölü’nde bulunan eserler binlerce yıl önce nasıl yaşadıklarını ve ne yediklerini öğrenmemize yardımcı oluyorlar. Bugün, Mungo Gölü yöresindeki Paakantji, Mutthi Mutthi ve Nygimpaa kavimleri topraklarıyla olan sıkı bağlarını korumaya devam ediyorlar.”
Bu alıntıların ilki Philip P. Kohl ve Gocha R. Tsetskhladze’nin 1995 tarihli eseri Nationalism, politics and the practice of archaeology in the Caucasus’tan, ikincisiyse Avustralya Ulusal Müzesi’nden. Biri Kafkas halklarının atalarına çok bağlı hissetmesini hedef alırken, öteki modern Avustralya aborijinlerinin Mungo Gölü’ndeki 40 bin yıllık fosillerin halefi ve sahibi olduğunu seve seve kabul ediyor. Pleistosen Dönem’den kalma bu iskeletlerin salt olarak Aborijinlere ait olduğu ve insanlığın ortak mirası olmadığı, resmen ve alenen kabul edilmiş durumda.
Bunlar elbette uç örnekler, ama ortalama insanla akademisyen arasındaki değer farklılıkları, ilerici politikaların devamlı pazarlandığı noktada çatışmaya devam ediyor. Queer vikingler, trans iskeletler, kadın savaşçılar… bugünün ahlaki normlarının ezelden beridir sürdüğü yönünde bir iddianın ortaya atılmadığı bir gün geçmiyor. İngiliz halkı için buna en uygun örnek belki de İngiliz tarihi ve tarihöncesinde siyahilerin “keşfi” yönündeki fenomen. Mezolitik Dönem’den bir avcı-toplayıcının kara derili olduğunun bilim adamlarınca tespit edildiği Cheddar adamı fiyaskosu, her ne kadar sonradan sessizce tekzip edilse de, Brexit karşıtı siyasilerce çokça kullanılan bir tartışma malzemesi oldu.
İronik olarak –solcuların sağı teorilerine uygun gelsin diye gerçekleri eğip bükmekle suçladığını göz önüne alırsak– bu keşifler tarafsız bir perspektifle sunulmuyor. Onun yerine toplu göç savunucuları tarafından “İngiltere’nin ezelden beri bir mülteciler toprağı olduğu” iddiasını savunmak için silahlaştırılıyor. Tabii bu noktada, akademi içinde bunu yapma yönünde bir gizli plan, bir karar yahut komplo olmadığını söylemem gerekir. Bütün mesele akademisyenler, araştırmacılar, çalışanlar ve öğrencilere ait politik görüşlerin neredeyse tıpatıp aynı olmasının arkeolojik bulguların “doğru” biçimde yorumlanmasına sebep olması.
Black Lives Matter hareketinin ortaya çıkışı, bunu bütün dünyadaki arkeoloji departmanları ve profesyonel kurumların müfredatlarını “dekolonize” ve bilim dalını da politize etmeye taahhüt etmesine sebep olmasıyla bu durumu iyice görünür kıldı. American Antiquity’de yayınlanan “’The Future of Archaeology is Antiracist: Archaeology in the Time of Black Lives Matter”’dan alıntı yapmamız gerekirse:
“…Bu sebeple Siyahi arkeoloji pratikte amaçlı olmuştur ve öyle olmalıdır da. O, öznel-nesnel konumsallık terimleriyle tanımlanmış steril veya binary (ikili) araştırma ve pratiklerini reddeder. Tarihsel Siyahi sit alanlarında arkeoloji alenen politik biçimde gerçekleştirilmelidir… O, arkeoloji alanı için tarihsel yanlışları doğrulama ve güncel tazmin formlarını inceleme potansiyelini taşıyan bir ahlaki rehberdir.”
Çoğu insan tazminatçılığın temelinde yatan amaçla bir tür sosyal adaletçilik formu olarak yakınlık kurabilse de, burada önerilen çok daha öteye gitmekte ve titiz araştırmacılığın ihtiyaç duyduğu nesnelliğin yıkımına eşdeğer olmakta. Arkeolojinin ezelden beri bir politik çatışma alanı olduğu söylenebilir, ancak hakikati keşfetmek için en güvenilir metot gözleme dayalı bilimde, yani değerli, kolayca kaybedilebilen ve kaybedildi mi de kolayca telafi edilemeyen bir olguda yatmaktadır.
Tüm bunlar önceki sorumu cevaplamak için biraz malzeme sunuyor; akademisyenler ve araştırmacılar neden mesleklerini icra etmek için anonim online alanlarda buluşuyorlar? Bunun sebeplerinden biri lisansüstü eğitim sahibi genç yoğunluğu. Bu gençler iş imkanlarının neredeyse hiç olmadığı ve tek bir laf yahut online yorumun kariyerlerini nasıl baltalayabileceğini bildikleri akademide bir gelecek görmüyorlar. Fakat bunun dışında bir başka sebep de, üniversite araştırma sistemimizin akla mantığa dayanan bir insanlık ve tarih algısıyla çatışan bir siyasi pozisyona gelmiş olması. Savaş, çatışma, farklı kavimlerin kökenleri ve sınırların tarih içinde değişimine merak duyan bir genç adam tam zamanlı araştırmacılık dünyasına girerse, her fırsatta yoluna taş koyulduğunu ve kendisine şüpheyle yaklaşıldığını görebilir. Eğer postkolonyal düşünce, feminizm ve kuir siyaset yahut ırkçılık karşıtlığı gibi bir eleştirel kurama sarılmazsa bir kariyer inşa etme imkanından bile men edilebilir. Bunun yerine internette dünya üzerinde kendisiyle aynı şeyleri merak eden ve bulgularının güncel siyasi yahut toplumsal sonuçlarından ziyade anlamlarıyla ilgilenen diğer bir düzine insanı bulması daha kolay.
Evet, işte buradayız. Ymyyakhtakh kültürü, İp Baskılı Seramik kültürü dilinin incelikleri, Denisova insanlarının genetiği, Mississipi kültürünün çöküşü, Buz Devri sonrası Mezolitik gelişimi ve Madagaskar’a göçler gibi konuları merak ediyorsanız, gitmeniz gereken yer anonimliğinizi koruyabildiğiniz internet mecraları. Mevki ve kariyer endişelerinin yokluğunda araştırmacılar, saplantılarını yeni makaleleri güncel akran denetimi sisteminin izin vermediği biçimlerde inceleyerek uygulamaya dökebiliyorlar. Akademik departmanların gönüllü olarak inşa ettiği ihtisas duvarları olmayınca anonim hesap ve bloglar, disiplinler arası gezerek mezar arkeolojisi, diller ve dinler arasında modern akademisyenlerin kuramayacağı bağlantılar kurabiliyorlar. Kafadan kırıklar hiç yok mu? Var. Ama bu yeni araştırma biçimine kendini adamış yüzlerce güncel yahut eski akademisyen de tanıyorum.
Geleceğimde benim için ne yatıyor bilmiyorum, ama birbiriyle kaynaşan iki dünyanın içinde yaşamayı ilham verici buluyorum. Neredeyse her gün benim gibi, akademide istenmediğini hisseden ama araştırmaya da devam etmek isteyen insanlardan mesajlar alıyorum. Tarihsel araştırmanın görünen ve görünmeyen dünyaları arasındaki bu dinamik ve yaratıcı arayüzde yeni bir şeyler yükseliyor.
Çeviri: @ulahhavasi
Editör: Fahri Sağyürek